Temel Bilgiler


Toplumumuzu yönetenlerin ve “aydın” olarak geçinenlerin dar görüşlülüğü

Japonlar Fukiyama depremyle çok büyük bir felâket yaşadılar. Ama asla toplumsal davranış tarzlarında bir hata yapmadılar
 sağa sola saldırırcasına koşuşan yok;
►Salya sümük ağlaşıp Nerede devlet ? Yardım isteriz, şunu isteriz, bunu isteriz diye cazgırlık eden yok.
►Yardım dağıtım noktalarına saldıran yok.
►Raflarında çok sınırlı miktarda mal kalmış olduğunu bilmelerine karşın dükkânlar önündeki kuyrukları bozup da cam çerçeve kırarcasına kapılara saldıran da yok,

Halbuki,
►- göreceli olarak daha küçük bir felaket olan Katrina kasırgasında (Amerika), yukarıda sıralanan tüm olumsuz örnekler yaşanmıştır.
►- Yine göreceli olarak daha küçük olan 99 Kocaeli- depreminde yukarıda sıralanan tüm olumsuz örnekler yaşanmıştır.

Toplumlar ne ekerlerse onu biçerler.  Bu demek oluyor ki, Japon toplumunun verdiği temel eğitim, gelenek-görenek, bizim veya diğer batı toplumlarının verdiği temel eğitimden ve onların gelenek-göreneklerinden çok daha iyi olmalı ki onlar toplum olarak en kötü durumda bile daha ahlaklı davranıyorlar.

Japon gelenek-görenekleriyle bizim veya diğer batılı ülkelerin gelenek görenekleri arasındaki en temel fark ise, hayat görüşünün temelini oluşturan din-eğitiminde yatar.

Bizde ve diğer batılı ülkelerde semavi din kitaplarına dayalı bir toplumsal davranış tarzı egemendir. Japonlar ise herhangi bir din kitabı ve peygamberi olmayan bir toplum!

Japonlar semavi bir din mensubu olmamalarına karşın nasıl bu kadar ahlâklı olabiliyor?

Ağaç yaşken eğilirmiş, ve ne ekilirse o biçilirmiş. İnsanların düşünce ve davranış tarzlarını belirleyen en temel faktör gelenek ve göreneklerdir. Demek ki bizim gelenek ve göreneklerimizde bir hata olmalı! Akıl ve mantık, gelenek ve görenekler insanların toplumsal sorunlarına çözüm bulma araçlarıdır. Kimse yoğurdunun ekşi olduğunu kabul etmez, ama bizlerin yoğurdunda bir ekşilik olduğu aşikar değil mi?

Şimdi bizim politikacılarımızın toplumumuzun nasıl daha toplumsal ahlaklı olacak şekilde olması için öngördükleri yönteme bakalım.
‘Tüm okulları imam hatip yapma şansımız doğdu’
Muğla İmam Hatip Lisesi Mezunları Derneği’nin 22 Ağustos' 2012’dedüzenlediği pilav gününde konuşan AK Parti Muğla Milletvekili Ali Boğa:  
“Bütün okulları imam hatip yapma şansını elde etmiş durumdayız. 4+4+4’ten sonra Kuran-ı Kerim ve peygamberimizin hayatının seçmeli ders olmasından sonra bu şansımız var. …  Bütün okullar imam hatip olunca üç kuruşluk menfaat için memleketin geleceğini satmayan, tarihine, kültürüne, inancına saygılı diplomat ve yöneticilerin yetişeceğini” söylemiş. (Bu arada, Sayın Boğa’nın torununu bir Fransız okulunda eğitime verdiğini de hatırlatmak gerekir!)
Merhum Erbakan’ın, dinsel bilgilerin orta eğitiminden sonraki dönemde öğretilmesi gerektiği şeklindeki bir görüşe: ’18’ini geçmiş birine dinsel bilgiler nasıl benimsetilir?’ anlamında bir cevabı vardı.
Evet, insanlar ergenlik çağı dediğimiz döneme kadar kendilerine ne öğretiliyorsa onu alır ve ona göre yönlenir. Onun için “reşit olma” yaşı denilen bir yaş sınırı belirlenmiştir ve insanlar o yaştan evvelki dönemlerdeki davranışlarından pek sorumlu tutulamazlar. Onun için reşit olma yaşına kadar olan dönemdeki süreçte bir çocuğun tüm davranışlarından ana-babalar sorumludurlar.

Dinamik sistemler fiziğinin SimKırKölSab faktörü erken yaşta etkin olur. Ergenlik çağını geçtikten sonra ise, kişi artık akıl ve mantığa uymayan şeyleri otomatik olarak kabul etmez. İşte eğitimde temel sorun, bu olgunun, bu gerçeğin bilinilmesi ve ona göre davranılmasında yatar. Yani ilk-ve orta-eğitimde, akıl-ve mantığa tam uygun olmayan hiçbir konu müfredat programına alınmamalıdır.

Bizler akıl-ve mantıksal değerlendirme sistemi olgunlaştıktan sonra öğretilemeyecek bilgileri çocuklarımıza küçük yaşlarda belletmekle, toplumumuza iyilik mi yapmış oluyoruz, kötülük mü? Bu soruya yanıt verirken şu olguyu da dikkate almanızda yarar vardır.

Doğadaki her türlü eylem ve işlem varlıkların içlerindeki küçük bileşenlerince ayarlanır ve yapılır. Bu ayarlama işleminin kökeni kuantsal sisteme dayanır. Fizik deneylerinin gösterdiği üzere, atom-altı-öğeler dünyasında her atom-altı-öğe, çevresini algılar. Çevresinde kendisiyle ilişkiye girmek isteyen (kendisini gözlemleyen) biri varsa, onun gösterdiği hedefe gider. Kendisini gözlemleyen yoksa çevre koşullarını algılar ve olasılık hesaplamaları yaparak en ekonomik konuma göçecek şekilde davranır! Atom-altı-öğelerin bu davranışları, onlardan türemiş olan tüm diğer üst sistemlerde de devam eder. Bu nedenle kuantlar, atomlar ► moleküller ► hücreler ► bedenler (hayvanlar, bitkiler) ►toplumlar gibi üst sistemler içine girdiklerinde, kendilerinin gözlendiklerini sürekli olarak hissederler ve hep üst-sistemin oluşturduğu hedefe (niyete) uyacak şekilde davranırlar. Ve bu şekilde doğadaki tüm oluşum gelişimler kuantlara hedef gösterilmesi ve kuantların de enerjilerini bu hedefe ulaşacak şekilde devreye sokmaları şeklinde gerçekleşir. Dolayısıyla niyet (hedef oluşturma) çok çok önemlidir. İnanç sistemleri de birer niyet (hedef) göstergesi olduklarından, toplum hayatının düzenlenmesinde en ön planda yer alırlar. Yani, “herkes istediği inanç sistemine sahip olsun” şeklinde bir tutum sergileyenlerin bu düşüncelerinin doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu tekrar gözden geçirmeleri gerekmez mi?
Lütfen bu soruya önyargısız cevap verebilecek misiniz?


Neden hep sağ kazanmakta devam edecektir?

İnsanlar doğayı parsellemiş-tapulamışlardır. Falancanın mülkü-arazisi, filancanın arazisi, vs. gibi. Peki bu tapulamanın nedeni nedir? Ne hakla insan, milyonlarca canlının yaşadığı yeryüzünü, kendi malıymış gibi görüp, onu istediği gibi yakıp-yıkma, istediği gibi düzenleyip, kullanma hakkına sahip olduğunu düşünüyor ve öyle davranıyor?
Günümüzde herkesin bir parça arazisi veya ev, vs. gibi bir mülkü vardır. 1-2 asır öncelerine kadar tüm araziler Kral-Sultan gibi devletin sahibi olarak düşünülen kişilere aitti ve bu kişiler devlet arazisini, paşalar, lordlar vs gibi daha alt düzeyde bir soyluluk düzeyindeki insanlara para ve hizmet karşılığı verip, onlardan aldıkları “kira” bedelleriyle yaşıyorlardı. 2 asır önceleri Fransız devriminin gerçekleşmesiyle, asil-soyluluk (kral, sultan gibi sahiplenici kişiler) ve adi-soyluluk gibi kul-köle olarak sahiplenilen kişiler arasındaki ayrım ortadan kaldırılıp, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” (Liberté, Égalité, Fraternité) gibi yeni kavramlar insanlar arasında anlam kazanmaya başlayınca, toprakların sahiplenilmesi de, halka kadar indirgenmiştir.



Çoğu arazinin sahibi ise, “hazine” olarak görülür, yani devlete aittir. Peki devlet kimdir?
Devlet 1-2 asır öncesine kadar asil-soyluların mülküydü, ve halk bu asil-soylulara hizmet için yaratıldığına inanılan adi-soylulardan oluşuyordu.
 1-2 asırdan beri ise, “asil-soyluluk” – “adi-soyluluk” kavramı yok olmaya başlamış ve “insan hakları” gibi her insanın özgür ve eşit olduğu görüşü yerleşmeye başlamıştır. Halkın (toplumdaki tüm bireylerin) eşit haklı olarak algılanmaya başlanmasıyla, bireyler mal-mülk sahibi olmaya başlamışlardır. Ancak 2-3 asır öncesine kadar kralların-sultanların mülkü olarak görülen “vatan”, tümüyle halka mal edilmemiş, devlet – hazine -malı gibi bir kısım ayrı tutulmuştur. Devletin sahibi kim olacaktır? Kim bu devlet-hazine mallarını kontrol edecek ve onların nimetlerinden yararlanacaktır?
Daha gerçekçi bir ifadeyle: Yeryüzünün insanlarca sahiplenilip- tapulanması, doğal sistem işleyişi açısından, doğru mudur, yanlış mıdır? İnsanlık acaba çocuklarının geleceğini yok etme eylemi içinde midir? Bindiği, dalı mı kesmektedir?
Bu soruların yanıtını bulmak ve gerçek (herkes için adil) bir toplumsal sistem oluşturabilmek için hayat görüşümüzde daha nelerin değiştirilmesi gerektiği konuları hakkında temel bilgiler edinmek için Doğadaki Oluşum Mekanizması (DOM) başlığı altında yayınlanan dizine bakılması gerekir.
  


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder