Doğada bir denge ve düzen vardır. Bu yazı dizinin amacı, doğadaki bu denge ve düzenin nasıl oluştuğunu bilimsel verilerle açıklamaktır.
Doğada düzenleyici bir güç sistemi olduğuna kesinlikle inanıyor ve atalarımızın “Tanrı, Allah veyahut Doğa” adını verdikleri bu güç sistemini anlamaya ve tanımlamaya çalışıyorum.
Üniversitede yeryuvarının tarihi ve yeryuvarında hayat sisteminin gelişimi (paleontoloji) derslerini vermeye başladığım 1970’li yıllardan birinin sonlarına doğru bir öğrencim şuna benzer bir soru sordu: “Hocam, bize hayatın yeryüzünde nasıl oluşup-geliştiğini fosil bulgulara dayanarak anlatıyorsunuz. Güzel bilgiler. Peki, hayat nedir? Niçin doğuyoruz ve niçin ölüyoruz? Hayat niçin doğum-ölüm üzerine oturtulmuş?”
Bu soru karşısında tatmin edici bir cevap veremedim ve yuvarlak bir cevapla dersi kapadım. Mesleğim yeryüzünde hayatın tarihsel gelişimini araştırmaktı, dolayısıyla bu soruların bana sorulması ve cevap istenmesi de öğrencilerin hakkıydı. Sorulan bu soruya net ve kesin bir cevap verememek beni epey rahatsız etmişti.
Bunun üzerine, “dünyada bu konuda neler biliniyor, kimler ne biliyor” konusunu deşmeye başladım. Literatür takibinde bir zorluğum yoktu; Almanca, İngilizce ve Fransızca (hatta zorlandığımda sözlük yardımıyla Rusça ve İtalyanca ) kaynaklardan bile yararlanabiliyordum ve yurt dışında okumuş olduğum için yurtdışı kaynak ve kişilerle bağlantı kurmakta zorlanmıyordum. Konu hakkında kimler bilgi sahibi olabilirlerdi? Biyologlar, tıpçılar, fizikçiler, felsefeciler ve ilahiyatçılar. Tanıdığım ve bağlantı kurabildiğim tüm bilim adamlarına konuyu açıp, fikirlerini sordum. Yayınları takip edip, bu konuda bilinenleri taradım. Hayatın ne olduğu konusunda tek bir önemli yayın vardı ve meşhur bir fizikçi tarafından yazılmıştı: Schrödinger 1945, “What is life”. Schrödinger bu yayınında hayatı fiziksel bakış açısı ile değerlendiriyor ve “hayat negatif entropi artışı olayıdır” şeklinde bir sonuca varıyordu. Negatif “entropi artışı” kavramından ne anlaşılması gerektiğine gelince: Fizikçiler arasında o zamanlarda (hatta çoğu fizikçide hala günümüzde), doğada düzensizliğe doğru bir gidiş olduğu kanısı yaygındı ve bu düzensizliğe doğru gidiş “entropi artışı” olarak ifade ediliyordu. Schrödinger ise hayatı “negatif-entropi artış sistemi” olarak tanımlamakla, hayatın doğada bir düzen oluşturma eylemi olduğunu ifade etmiş oluyordu. O zamanlar fizikte doğa ve dünya dinamik bir sistem olarak ele alınmıyordu, dolayısıyla, düzensizlikten (kaostan) düzene doğru bir gidiş olduğu ve doğa ve dünyanın dinamik- yani yaşayan- bir sistem olduğu henüz bilinmiyordu. (Bu konu hakkında daha ayrıntılı bilgi için Gedik 2008’e bakınız.)
Hayatın niçin doğum ve ölüm üzerine oturtulduğu, niçin ebedi yaşam gibi bir sistem olmadığı konusunda ise geleneksel dinsel görüşlerin dışında bir şey bilinmiyordu. Bunun üzerine:
- Tüm büyük dinsel öğretileri (Tevrat, İncil, Kuran, Budizm, Taoizm), mümkün olduğunca çok-kaynaklı, temel kitaplarından okudum.
- Çin, hint, yunan, islam felsefeleri dahil, güncel felsefecilerin görüşlerini içeren yaklaşık 25000 sayfalık felsefe yayın serisi satın alıp, temel hatlarıyla ne denildiğini anlamaya çalıştım.
- İnsanlığın tarihsel gelişiminin nasıl olduğu, hangi düşünsel aşama evrelerinden geçtiği konusundaki araştırmaları takip ettim; 15-20 bin yıl önceki insanlığın nasıl düşünüp davrandığını anladım.
- Dünyadaki en eski yazılı bilgi kayıtlarını oluşturan Sümer tarihi ve belgelerini ayrıntılı şekilde takip ettim; 5-6 bin yıl önceki insanların nasıl düşündüklerini anladım.
- Kutsal kitap bilgileri ile bu eski insanlık bilgileri arasındaki ilişkilerin farkına vardım.
Bu bilgiler arasında hayatın niçin doğum ve ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu açıklayan bir görüş bulunmuyordu. Hayatın anlamı, doğu felsefelerinde “Nirvana”ya ulaşmak, batı felsefelerinde ise, öteki dünya denilen bir yerde ikinci bir hayata hazırlık olarak yorumlanıyordu.
Hayatın ne olduğu ve niçin doğum ve ölüm üzerine oturtulduğu sorusuna çözüm bulmaya çalıştığım dönem, tam da fizik, genetik, nörofizyoloji gibi bilim dallarında çığır açıcı araştırmaların hız kazanmaya ve “beyin” denilen kara kutunun gizeminin anlaşılmaya başlandığı yıllara rastlar. Fizikçiler elektron ve pozitronların çevrelerindeki varlıklardaki değişimlerden etkilenerek davranışlarını değiştirdiklerini saptamışlar ve bundan yararlanarak da, beyin gibi organların içlerindeki hücrelerde gerçekleşen değişimleri bu yöntemle görüntüleyebilmeyi başarmışlardı (EMR(emar), PET, vs). Bir insan nasıl düşünüyor, düşünce ve davranışlarımız nasıl oluşuyor ve denetleniyor gibi soruların yanıtları o yıllardaki nörofizyolojik araştırmalarla aydınlanmaya ve “Brain, mind and behaviour = Beyin, şuur ve davranış” (1985) gibi kitaplar o yıllarda yayınlanmaya başlanmıştı. Bu ve daha başka benzeri yeni yöntemlerle bedenlerin içlerinde gerçekleşen olaylarla, bedenlerin davranışları arasındaki ilişkiler aydınlanmaya başlamış ve tüm canlıların düşünce ve davranışlarının beden içindeki hücrelere bağlı olarak gerçekleştiği ortaya konulmuştu. Bu tür araştırmalar çok yoğunlaşmış ve
- hücrelerin içlerindeki olayların rasgele olmadığı ve hücrelerin içlerindeki organeller arasındaki tüm etkileşimlerin bilgiye dayalı bir haberleşme ile gerçekleştiği, proteinlerin “adres etiketleri” ile donatıldıkları ıspatlanmıştı (Blobel 1999, Nobel ödülü).
- neyin nasıl yapılacağı, nelerin nelere bağlı olarak gerçekleştiği veya gerçekleşeceği gibi olayları tayin eden “bilgi” dediğimiz faktörün bizzat hücrelerde depolandığı ortaya konulmuştu (Kandel 2001, Nobel ödülü),
- Biyolojik alanda bu tür yeni düşünce ve yaklaşımlar ortaya konulurken, fizik biliminde de çığır açıcı yenilikler ortaya konulmaya başlanmış ve doğada düzensizlikten düzene geçiş olduğu (Prigogine 1977 Nobel ödülü, Prigogine & Stengers 1984, Order out of chaos) ve tüm bu olayların “bilgiye” dayanılarak yapıldığı (Information & self-organisation, Haken 1983, 2000, Camazine et al. 2001) fiziksel ve matematiksel verileriyle ortaya konulmuştu.
Doğru zamanda doğru yerde olmak çok önemli iki faktördür. Bu tür araştırmaların ortaya konulduğu bir zamanda yaşamak, bu bilgileri arayan biri için çok önemlidir. Doğru yerde olmak ise, benim yaşadığım yer ve yaptığım işle ilgili bir konuydu. Mesleğim bu konuda bir değerlendirme yapmak için çok uydundu; çünkü
- hem yeryuvarında hayatın oluşum ve gelişimlerini zamana göre araştıran biriydim,
- hem de taşıyla toprağıyla yeryuvarının litosferi, hidrosferi atmosferi ve biyosferinin zaman içinde nasıl değişip-dönüştüğünü araştıran bir mesleğim vardı.
Bu nedenle “zaman” kavramını en iyi anlayıp-yorumlayan biriydim. Fizik, genetik nörofizyoloji gibi bilim dallarında yukarıda belirtilen yenilikler gerçekleşirken, bu araştırmaları takip eden ve hayatın anlamını yakalamaya çalışan biri olarak, atalarımızın hayatın doğum ve ölüm üzerine kurulmasını neden anlayamadıklarının farkına varmaya başladım. Sorun, “zaman” kavramının tanımı ve anlamında yatıyordu. 1998 yılında yayınladığım “Dünyanın oluşumundan insanlığın gelişimine: değişimler ve dönüşümler.” adlı yayında “zaman”ın anlamını ortaya koyup, bilgi oluşumu ile bağlantısına ve bilginin doğada üssel (eksponansiyel) şekilde geliştiğine işaret ettim. Bu yayınla doğa ve dünyamızın bizzat kendisinin dinamik olduğu ve bilgi oluşumu ve artışına göre işlediği ortaya konulmuş oldu.
Fizikçiler bu dinamik sistemin nasıl işlediğinin matematiksel-fiziksel temellerini oluşturmuşlar (Haken 1983, 2000, Camazine et al. 2001) ve kısaca “information & self-organisation” = “bilgi oluşturmaya dayalı otonom örgütlenmeler” olarak özetlemişlerdi. Şimdi doğadaki bu oluşum mekanizmasının nasıl işlediği konusunu masaya yatıralım.
Doğadaki Oluşum Mekanizması sözcüklerinin ilk harfleri alınarak DOM kısaltılması yapılmıştır ve yazı dizini DOM (1), DOM (2) şeklinde devam edecektir.
(Okuyucuya not: Bu yazıda anlamanız zor olan veya sizi sıkabilecek bazı formüller - grafikler varsa da, onları tam anlamanıza gerek yoktur; yazıyı okumaya devam edin, verilmek istenilen temel bilgileri alacaksınız.)
Bu sorunun yanıtını verebilmek için, bedenimizle hücrelerimiz arası ilişkiye bir göz atalım.
1.1- Alt-Sistem – Üst-Sistem İlişkileri
Arkadaşınız hasta ve ateşi var. Ateşini sürekli takip etmek için de koluna dijital bir termometre bağladınız ve her an ateşini ölçüyorsunuz. Onu rahatlatmak ve ortamın streslerinden uzaklaştırmak için piknik yapmaya karar verip orman kıyısındaki çimenler üzerinde sofra kurdunuz. Afiyetle yemeklerinizi yediniz. Mideleriniz tam doldu ve bedeninizdeki tüm kan aşırı faaliyet göstermek zorunda olan sindirim sistemi hücrelerine tahsis edildi. Diğer organlarından kan çekilince bedeninizde bir gevşeme duygusu, yorgunluk hissetmeye başladınız. Tam böylesine rahatladığınız ve gevşediğiniz anda, ormanın kenarından bir vahşi ayının size doğru yaklaştığını gördünüz.
Bakın şimdi ne olur. Siz daha akıl ve mantığınızı kullanıp, neyi nasıl yapmanız gerekir şeklinde bir düşünme sistemi içine girmeden, bedeninizdeki “Hypothalamus-Pitiutary-Adrenal = HPA- ekseni” harekete geçer.
Şekil 1: Bedenimizdeki HPA ekseni
Bir tehlike olduğunu fark eden Hypothalamus (H) hücreleri hemen, “pitiutary” (P) salgı bezini uyarır ve alarm vermesini söyler Bunun üzerine “pitiutary” (P) kan dolaşım sistemine ‘adrenocorticotropic hormones (ACTH)’ salgılar. Bu mesajı alan böbrek-üstü-adrenal (A) bezi, “kaçmak veya savaşmak” konusunda bedenin karar vermesi için gerekli ayarlamalara başlar.
Sindirim sistemi organlarına tahsis edilen kan hemen geri çekilir; beyne ve kas hücrelerine yönlendirilir. Çünkü o an çalışması gereken bu iki sistemdir, tüm enerji onlara tahsis edilmelidir. Bu arada gözünüz arkadaşınızın kolundaki termometreye takıldı ve 1 dakika önce 39 derece olan ateşinin o anda 37 dereceye düşmüş olduğunu fark etti!
Peki ne oldu da arkadaşınızın ateşi aniden düşüverdi?
Bedenlerimizin sahipleri olan hücrelerimiz, tehlike anında tüm güçlerin tek bir amaç için harcanması gerektiğini çok iyi bildiklerinden, iç-güvenlikte (bağışıklık sisteminde) görev yapan hücrelerin görevlerini askıya alarak, enerji harcamasını durdurmalarını isterler. Bunun gereği için de Thymus (T) bezine sinyal gönderilerek “bağışıklık sistemi faaliyetlerini durdur” mesajı verilir.
Yani tehlike alarmı verilen bir bedende, o an grip, nezle, vs. gibi bir iç-savaş varsa, o savaşı yürüten bağışıklık sistemi hücreleri hemen enerji harcamasını durdururlar. Ateşi olan bir insanın ateşi düşer! Beyin tam faaliyetle çalışır ve kaçmak mı, yoksa savaşmak mı gerekiyor konusunda bir karar alınır. Yani çok önemli konularda bilinç-altı dediğimiz hücresel etkileşim sistemi devreye girer. Bilinç altı ve bilinç devrelerinin nasıl ayrımlaştığı konusunda ayrıntılı bilgiler, daha sonraki bir bölümde verilecektir.
1.2- Çıkartılacak Sonuç:
Doğada her şey içindeki bileşenlerine bağımlıdır. Bu durumun sadece hücre-beden arası ilişkilerde değil, doğadaki tüm oluşum ve gelişimlerde böyle olduğu “Theory of Integrated Levels” (= Tümleşik Sistemler Teorisi) (Feibleman 1954) tarafından teorik olarak da ıspatlanmıştır. (Hücre-beden) Alt-sistem - üst-sistem ilişkileri olarak bilinen bu ilkelerin en önemlileri şöyledir:
i-Her düzey altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır.
ii-Üst düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar.
iii-Herhangi bir düzeyde oluşan bir bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler.
iv-Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; üst düzey alt düzeye yön (hedef) gösterir.
v-Herhangi bir düzeyin oluşumunda, oluşturma erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.
1.3- Doğada herhangi bir şey yapmak veya oluşturmak için bilgi + kuvvet (veya enerji) gerekir.
Bedenimizin sahibi ve yönlendiricileri içlerindeki hücreler olduğuna göre, hücrelerin kuvvet veya enerjilerini nerden aldıklarını, az veya çok kuvvetli bir bedenin nasıl oluşturulduğunu görelim.
Önce bir temel konu hakkında bilgi sahibi olunması gerekir:
Bir şey nasıl yapılmaktadır? Yani bir şeyi yapma bilgisi nerden alınır, bunu yapacak kuvvet veya enerji nerden sağlanır? Önce kuvvet dediğimiz iş veya eylem yapıcı faktörün nasıl artırılıp azaltıldığını görelim. Zayıf bir insan 20-30 kiloluk bir yükü kaldırmakta zorlanır. Hâlbuki bir halterci yüz kilodan fazlasını kaldırır. Peki 20-30 kiloyu kaldıramayan bir insanla 200 kiloyu kaldıran bir insan arasındaki fark nerden kaynaklanır? Fark, aynı hedefe yönlendirilmiş kas hücreleri sayısından kaynaklanır. Zayıf bir insan her gün biraz daha ağır bir yükü kaldırmaya çalıştıkça, bedeninde bu amaca yönelik hücrelerin sayısında artma başlar. Bu olay hücreler arası ortaklık kurallarından kaynaklanır. Şöyle ki: Bir organdaki hücrelere normalde sürekli olarak A, B, C gibi üç ayrı yerden ihtiyaç talebi geliyorsa, o organdaki hücreler yaşamlarına devam ederler ((a) durumu). Bir organa normalin (A, B, C) dışında (F,G) gibi daha başka talepler geliyorsa, o organ gittikçe büyümeye çalışır, yani o organı oluşturan hücrelerin sayısı artırılmaya çalışılır (Şekildeki (b) durumu).
Şekil 2: Hücreler arası anayasa
Bu nedenle her gün biraz daha fazla ağırlık kaldırmaya zorlanılan bir organ gittikçe büyümek zorunda kalır. Haltercilerin ağır yükleri kaldırabilmelerinin perde arkası budur. Görüldüğü üzere, bendimizde “damla-damla göl olur, damlalardan sel olur!” prensibi uygulanmaktadır. Milimetrenin onda birinden küçük yaratıkların güçlerinin üst-üste çakıştırılması sayesinde, bedenlerimizde yüzlerce kiloyu kaldıracak kuvvetler oluşturulurlar. Bu oluşumlarda kuvvet dediğimiz enerji birikimi, hücrelerimiz tarafından sağlanmakta, onlar birbirleriyle uyumlu davranış içine girerek, enerji paketçiklerinin üst-üste çakışmasını sağlamaktadırlar. Bir üst sistem olarak beden (yani bizler) sadece hedef göstermekteyiz. Hücrelerimize diyoruz ki: “Şu ağırlık kaldırılacak!” Onlar da, bizim gösterdiğimiz hedefe ulaşmak için yediğimiz besinlerden elde ettikleri enerjileri kullanarak, hangi organdaki hücrelerin sayılarının artırılacağını, hangilerinin hangileri ile hangi oranda işbirliğine gideceğini kararlaştırarak, kaslarımızdaki hücre sayılarını artırırlar. Bu nedenledir ki, beynimizdeki her bir hücre on binlerce farklı faktörü değerlendirip, tek bir sonuca varır ve bunu diğer bir hücreye aktarır; o hücre o sonucu alır ve kendine gelen diğer binlerce bilgiyle birleştirerek, bir sonuca ulaşır ve bu sonucu bir diğerine aktarır, vs.. Yani bedenler, trilyonlarca hücrenin daha rahat bir duruma ulaşabilmeleri, doğadaki değişim dönüşümlere kendilerini uyumlu hale getirebilmeleri için oluşturulmuş ortaklık sistemleridirler. Bu ortaklığın kuralları milyarlarca yıllık karşılıklı çabaların sonucu ancak oluşturulmuştur ve bu nedenle de bu çekirdek denilen özel bir odada koruma altında tutulmaktadır.
Bedenlerimizi oluşturan hücreler canlı ve bilgili, peki, ya onlar bu canlılıklarını nerden alıyorlar?
Canlılık enerji demektir, çünkü enerji hareket ettiren faktördür ve hareket canlılıktır. Şimdi enerjinin kökünü, kökenini araştıralım. Göreceğiz ki, enerjinin kökenindeki varlık ölü değil, canlı, çevresini algılayan ve topladığı bilgiye göre davranışını belirleyen bir varlık!
Doğada her şeyin enerjiyle oluştuğunu, enerjinin bir yerden bir başka yere (örn. çok sıcak yerden daha az sıcak yere, yani daha ekonomik noktaya) akarak kuvvet denilen faktörü oluşturduğunu fark eden bilim adamları enerjinin nelere bağlı olduğunu araştırmaya başladıklarında şunları keşfederler.
i-Enerji varlıkların ısı dereceleriyle orantılı olarak artmaktadır;
ii-Enerji radyasyon olarak yayılır ve radyasyonun frekansı arttıkça enerjisi de artar.
Bu iki temel saptamaya göre de şu şekilde bir diyagram ortaya konur.
Şekil 3: Klasik fiziğe göre enerji – frekans ilişkisi
Bu diyagrama göre, frekans arttıkça, oluşacak enerji yoğunluğu da aşırı şekilde artacaktır. Ültraviyole ışınlarına doğru frekans gittikçe arttığından, ültraviyole ötesinde anormal bir enerji yayınlanmasının gerekli olduğu, bu durumun da doğada ültraviyole felaketi adı verilen bir sonuca götürmesi gerektiği gibi bir sonuç ortaya çıkar. Doğada böyle bir durum olmadığına göre, Rayleigh-Jeans yasası olarak bilinen
Şekil 4: Rayleigh formülü
formülünde bir hata olması gerektiği anlaşılır. Bu formülde n=frekans, c=ışık hızı, T=kelvin değeri olarak sıcaklık, k=Boltzman sabitidir.
Formülde bir hata olması gerekir, çünkü deneylere dayanılarak Gustav R. Kirchhoff tarafından 1860’lı yıllarda, tüm varlıkların enerji durumlarını yansıtan bir radyasyon spektrumuna sahip oldukları ortaya konulmuştu. Kirchhoff yasası olarak bilinen bu kurala göre, sıvı veya katı haldeki maddeler (çok sayıda atomların birleşmeleriyle oluşan yoğun sistemler) süreklilik arz eden, yani her frekansı içeren, ama farklı amplitüd gösteren bir elektromanyetik dalga sistemi (blackbody radyasyonu) yayarlar. Şekilde görüldüğü üzere, herhangi bir katı (veya sıvı) madde, sahip olduğu sıcaklığa göre farklı bir pik değerine sahip olan, ama tüm frekansları içeren bir radyasyon yayar.
Şekil 5: Katı ve sıvı maddelerin enerji yayını.
Öyleyse, Rayleigh-Jeans formülünde bir hata olmalıdır. Bu hatanın nerden kaynaklandığını araştıran fizikçi Max Planck, formülün
Şekil 6: Planck formülü
şeklinde olması durumunda, enerji-frekans eğrisinin yandaki şu şekle dönüştüğünü fark eder. Bu formülde, Rayleigh-Jeans formülüne ek olarak (h) olarak tanımlanan ve üssel (eksponansiyel “e”) olarak da etkili olan bir faktör bulunmaktadır. Bu eğri, black-body radyasyonuna uygundur ve “ültraviyole felaketi” senaryosunu ortadan kaldırmaktadır.
Peki Planck ne bulmuştu?
Şekil 7: Kuantum fiziğine göre enerji-frekans ilişkisi
Planck zamanına kadar, enerji denilen şeyin, istenildiği kadar küçük parçaya bölünebilen, yani sıfır (0) değerine bile indirgenebilen, belli bir kimliği-kişiselliği, çevresini algılama ve ona göre davranma yeteneği olmayan, cansız bir değer sistemi olduğu varsayılıyordu. Doğa veya tanrı denilen harici bir ekstra varlığın bu enerjiyi kendi görüşüne göre kullanıp, doğadaki olayları oluşturup-yönlendirdiği görüşü egemendi. Planck, enerji denilen faktörün, istenildiği kadar küçük parçaya bölünebilen bir şey değil, belli bir sabit değere sahip olması gereken bir faktör olduğunu ortaya koymuştu. Ve bu sabit değerin de Planck sabiti (h) denilen
gibi belli değerde olduğu hesaplanmıştı. “En küçük enerji değeri ne kadar” sorusundaki “ne kadar?” anlamına gelen quantum (kuantum) terimi de bu manada üretilmiş ve kuantum fiziği denilen fizik dalının ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Kuantum kavramının ortaya çıkışından sonra fizikçiler arasında bu konuda yoğun bir araştırma başlatılmıştır. Özellikle foton, elektron, nötron gibi kuantsal öğelerde gerçekleştirilen bu araştırmalarda:
►Doğadaki tüm maddeleri oluşturan temel element dediğimiz atomların proton, nötron, elektron gibi atom altı öğelerden oluştukları ve birbirleriyle foton denilen enerji paketçikleriyle haberleşip, karşılıklı enerji alış-verişlerinde bulundukları;
►Enerjinin,
i- öğelerin frekans denilen bir saniyede yaptıkları titreşim sayısı ile (E=hν, E=enerji, h=Planck sabiti, ν=frekans)
ii- ve kütleleriyle orantılı (E=m0c2, m0=hareketsiz haldeki kütle, c=ışık hızı) olarak artış gösterdiği;
► “Atom altı parçacıkları” denilen bu temel öğelerin, spin denilen ve biri 360 derecelik (tam spinli), diğeri 720 derecelik (yarım spinli) iki farklı döngü sistemine sahip oldukları anlaşılmıştır.
Şekil 8: Tam spinli atom-altı-öğeleri üst-üste çakışıp, güç veya enerjilerini birleştirebilirler.
►Tam spinli olanlara (örn. foton) boson denilmiş ve kuvvet (enerji, bilgi) taşıyıcı oldukları saptanmış, yarım spinli olanlara (proton, nötron, elektron) fermiyon denilmiş ve madde oluşturucu oldukları saptanmıştır. Şöyle ki: Kuvvet taşıyıcılar, öreğin fotonlar, aynı anda aynı yerde olabilirler ve bu şekilde enerjileri üst-üste çakışarak gittikçe artan kuvvet sistemleri oluştururlar. Proton, nötron, elektron denilen fermiyonlar ise, aynı anda aynı yerde olamazlar ve bu nedenle farklı konumlara yerleşerek madde dediğimiz varlıkları oluştururlar.
Şekil 9: Yarım spinli atom-altı-öğeleri aynı anda aynı yerde bulunamazlar, yani güç ve enerjileri üst-üste çakışmaz.
Şekilde üç adet elektronun bir arada bulunabilme durumu gösterilmiştir. Fermiyonlar aynı anda aynı yerde bulunamayacaklarından, atom çekirdeği çevresinde farklı yörüngelere yerleşirler. Bu şekilde doğadaki yaklaşık yüz kadar kimyasal element ortaya çıkar. Kuantlar dünyasındaki bu olay, insanlar arasındaki toplumsal ilişkilere benzer. İnsanlar da aynı anda, aynı konumu işgal edemezler, ama insanların düşünceleri birbirleriyle üst üste çakışarak, güçlerin birleştirilmesi ve büyük işler yapılmasına yol açar.
►Tüm atomlar çevreleriyle sürekli bir etkileşim (yani enerji alış-verişi) içindedirler. Bu enerji alış-verişleri fotonlarla olur. Bir atom çevresinden foton(lar) alırsa, elektronlarından birinin enerji düzeyi artmaya başlar. Bu artış söz konusu yörüngedeki elektronun normal enerjisinin yaklaşık 1/137sini bulduğunda (fine structure constant denilen gizemli bir sabit; öylesine yaygın ki, birinci yörüngedeki bir elektronun hızının, ışık hızına oranı da aynı!), elektron bir üst yörüngeye zıplar. Tersi durumda, yani atomdan çevresine foton verildiğinde ve bu sabit orana ulaşıldığında da, elektron bir iç yörüngeye geçer.
Şekil 10: Doğadaki tüm enerji aktarımları, belli bir değere ulaşıldığında gerçekleşir. Bu nedenle doğal sistemde (evrimsel olaylarda, vs.) tedrici geçiş diye bir şey oluşmaz. Her şey, bir elektron, bir proton, bir molekül, bir hücre, vs gibi belli bir büyüklükte olacak şekilde tasarımlanır ve gerçekleştirilir. Yarım hücre, yarım molekül olmaz.
►Doğada hiçbir foton kaybolmaz, her bir foton, bir elektrondan gönderilip, bir başka elektronca alınır;
►Bu atom-altı-öğeleri, çevrelerini algılayıp, ne kadar faktör varsa hepsini dikkate alıp bir olasılık hesabı yaparlar ve çıkan sonuca göre davranırlar. Yani “contextualism” denilen çevreye bağımlılık ve çevreden etkilenerek davranış belirleme söz konusudur.
► “Entanglement” denilen ve Türkçeye ‘hizalama’ olarak aktarılan, karşılıklı bir bağımlılık ilişkisine sahiptirler ve ışık hızıyla bir birlerinden uzaklaşsalar bile, anında birbirleriyle haberleşiyormuşçasına koordinasyon içinde davranırlar. Bu şekilde evrensel boyutta bir karşılıklı etkileme ve etkilenme ortaya çıkmış olur. Bu özelliklerine kuantum bilgeliği (quantum knowing) de denir.
►Süperpozisyon denilen bir özellikleri vardır. Yandaki kayakçı resmi üzerinde bu özelliği açıklamak gerekirse: Kayakçı kuantsal bir öğe olsaydı, önündeki bir ağaç engelinin hem sağından hem solundan aynı anda geçmiş gibi davranırdı. Buna iki farklı davranışın üst-üste çakışık olması anlamında süperpozisyon durumu denir. Sürekli bir değişim-dönüşüm içindedirler; örneğin hem pozitif (yapıcı), hem negatif (yıkıcı) olabilirler ve serbest olduklarında bu iki özelliğe aynı anda sahipmiş gibi davranırlar. Ama bir varlıkla ilişkiye geçtiklerinde (varlığın isteğine göre) yapıcı veya yıkıcı olarak davranırlar ki buna “decoherence” denir.
Şekil 11: Kuantsal öğeler tüm olasılıkları değerlendirecek şekilde davranırlar. (Ağacın her iki tarafından da geçebilmiş gibi davranırlar.)
Örneğin kayakçının ağacın sağından mı solundan mı geçtiğini saptamak için ağacın bir tarafına bir detektör konulacak olsa, o zaman detektörün olduğu taraftan geçer ve bu şekilde üst-üste çakışma durumu ortadan kalkar ve ağacın bir tarafını tercih etmiş olur, ki buna “decoherence” denir. Yani kendileri ile ilişki kurmak isteyen varlıkları algılarlar ve onların istedikleri yönde davranırlar. Bu durum Tümleşik Sistemler Teorisi (=Theory of Integrated Levels) ilkeleriyle tam bir uyumluluk göstermektedir ki öyle olması söz konusu teorinin bir gereğidir: Şöyle ki:
i-Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; üst düzey alt düzeye yön (hedef) gösterir.
ii-Herhangi bir düzeyin oluşumunda, oluşturma erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.
►Bu ilkelere uygun olarak, kuantsal öğeler, çevrelerinde kendilerine gösterilen hedeflere varacak şekilde davranırlar. Ancak: kuantsal öğelerin bir başka özellikleri daha vardır ki, o da hep en ekonomik sistemlere akma özelliğidir. Bu özellikleri sayesinde ekonomik olmayan yapısallaşmalardan ayrılıp, daha ekonomik sistemlere göçerler ki bu durumda ekonomik olmayan sistemler dağılmak zorunda kalırlar. Bu özellik tünelleme etkisi olarak bilinir.
Şekil 12: Kuantsal öğeler çevrelerindeki en ekonomik yapısallaşmaları algılayıp, o yapısallaşmalara göçerler.
►Kuantum düzeyindeki atom altı öğelerin saniyede yaptıkları titreşim sayısı çok fazladır bu nedenle çok enerji tüketirler. Atom, molekül gibi üst-sistemler içinde birleştiklerinde, daha az enerji harcayan sistemler ortaya çıkar. Bu nedenledir ki,
-bir protonun kütlesi 1.00728 atomik kütle birimi (akb),
-bir nötronun kütlesi ise, 1.00866 akb kadardır.
Bir C (karbon) atomu, 6 proton ve 6 nötrondan oluşur ve kütlesi ise tam 12 akb’dir. Halbuki 6 proton + 6 nötron’un toplam kütleleri 12.0956 akb’dir.
Yani proton ve nötron ayrı olduklarında daha ağırlar, çünkü çok daha fazla dönüyorlar. Birleşip bir element oluşturduklarında daha hafif bir kütleye ulaşılıyor, çünkü devir sayıları azalıyor.
İşte bu nedenle atom altı-öğeleri yaklaşık 14 milyar yıl önce, bir araya gelmeye başlayarak, information & self-organisation olarak özetlenen doğa yasaları çerçevesinde birleşmeye ve atom > molekül > hücre > mineral > kayaç > beden, vs gibi üst sistemler içinde bir arada toplanmaya başlamışlardır. Temel amaç ise daha rahat bir duruma geçmektir. Ve bu işlemlerine devam etmektedirler.
► Doğadaki tüm varlıklar kuant dediğimiz bu enerji kümeciklerinden oluşurlar. Ancak bu enerji kümeciklerinin nasıl bir araya gelecekleri, nerede çok yoğunlaşıp, nerede az yığışacakları, ne kadar büyük veya küçük sistemler oluşturacakları gibi konular, enerji dediğimiz bu kuantsal öğelerin denetimindedir. Şöyle ki:
Doğada yapıcı veya yıkıcı olabilen temel enerji sahipleri (kuantsal öğeler) bu enerjilerini nereye ne kadar oranda yatıracaklarını, varlıkların yapısal durumlarını dikkate alarak gerçekleştirirler. Bunu şu deneyden anlıyoruz.
Feynman (1985)’ten alınan aşağıdaki deney sonuçları şunu göstermektedir (refleksiyon-refraksiyon olayları):
Şekil 13: Doğadaki enerjinin nerede çok nerede az olacağına kuantsal öğeler karar verirler.
Bir kaynaktan gönderilen 100 fotondan yaklaşık %4ü kalın bir cam blokunun yüzeyinden yansıtılırken %96sı camın içine girer (I). Ama camın kalınlığı azaltıldığında durum değişir. Camın kalınlığı azaltıldığında, yansıyan foton miktarı camın kalınlığının fotonların dalga boylarına göre ölçülmelerine göre 0 (sıfır) ile %16 arasında değiştiği gözlemlenmektedir (II). Değişim rastgele değil, fotonun dalga boyu ve camın kalınlığına bağlı olmaktadır. Şekilde (II) görüldüğü üzere, fotonlar dalga boylarıyla camın kalınlığını ölçmekte ve olasılık hesabı yaparak camın içine mi girecekleri, yoksa camın yüzeyinden mi yansıyacaklarına karar vermektedirler. Bu olasılık hesabı varlığın büyümesi aşamasında, yani camın kalınlığı azken yapılmaktadır. Varlık büyüdüğünde (cam belli kalınlığa ulaştığında), varlığın yapısına ve dokusuna göre belirlenen bir değer sabitleştirilmekte (düzen-ölçütü ve solidifikasyon oluşumu) ve o değerde bir enerji varlığa aktarılmaktadır. (Bu konuda daha ayrıntılı bilgiler için Gedik 2008e bakınız)
Bir hatırlatma: Büyümenin ilk evrelerinde varlıkların yapısal durumlarının çevreden alınan verilere göre ayarlanması ve olgunlaşma evresinde sabitleştirilmesi olayı doğadaki tüm gelişmelerde görülür. İnsanların yetiştirilmesi dahil! Bu nedenle “Ağaç yaşken eğilir” ve “Ne ekersen onu biçersin” atasözleri ortaya çıkmıştır.
Atom-altı öğelerin davranışlarının olasılık hesaplarıyla nasıl gerçekleştirildiğinin anlaşılması için bir başka fizik deneyi sonuçlarını verelim:
Çift-yarık deneyi ve detektöre gelen foton sayısının, fotonların geçeceği güzergahların uzunluk farkına göre ayarlanmaları.
Şekilde gösterildiği üzere, (S) noktasına bir ışık kaynağı ve (D) noktasına da bir detektör yerleştirilir. Aralarındaki perde üzerinde de (A) noktasına, bir delik açılır. Deliğin boyutu, (S)deki kaynaktan 100 foton gönderildiğinde, delikten sadece bir foton geçebilecek şekilde ayarlanır. Aynı boyutta bir ikinci delik (B), biraz daha yukarıdaki bir noktan açılır. (A) deliği kapatıldığında, (B) deliğinden de, gönderilen 100 fotondan sadece bir tanesi geçmektedir.
Her iki delik birlikte açık tutulduğunda ise, normal bir mantığa göre, gönderilen 100 fotondan 2 tanesinin geçmesi ve detektörden 2 kayıt işareti alınması beklenir. Ama gerçekte durum hiç de böyle olmamaktadır. A ve B delikleri arasındaki mesafeye bağımlı olarak, deliklerden geçen foton sayısı, sıfır ile dört arasında değişmektedir. Bu değişimin hangi kurala göre olduğu araştırıldığında ise, fotonların şöyle bir olasılık hesabı yaparak davranışlarını belirledikleri ortaya çıkmaktadır.
Küçük varlıklar âlemindeki öğeler sürekli titreşim halinde olan ve bu titreşimleriyle de doğa ve dünyayı sürekli algılayıp onlarla etkileşim içinde olan canlı özellikli öğelerdirler. Davranışlarını çevreleriyle olan ilişkilerine göre belirlemektedirler. Yani birileri onları gözlemliyorsa, bir parçacık gibi (madde) davranıyorlar ve kendilerinden istenileni yapıyorlar. Gözlemlenmediklerinde ise, dalga boylarıyla çevrelerini ölçüp-biçiyorlar ve bir olasılık hesabı yaparak, çıkan sonuca göre davranıyorlar. Yani varlıkların en küçük öğeleri, kendilerinin başkalarınca gözlenip-gözlemlenmediklerini bilmekte ve davranışlarını buna göre ayarlamaktadırlar. Gözlemleniyorlarsa, madde (parçacık) olarak davranıyorlar; gözlemlenmiyorlarsa, dalga şeklinde davranıyorlar.
Tüm dalgalar şekil 4.2’de gösterilen türde bir sinüs eğrisi şeklinde davranırlar. Yani sıfır değerinde bir başlangıç noktasıyla ölçmeye koyulurlar. Dalga boylarının ¼ ne ulaştıklarında maksimum güçlerini, ½ ine ulaştıklarında yine sıfır değerini, ¾ dalga boyuna ulaştıklarında minimum güçlerini, 4/4 dalga boyuna ulaştıklarında yine sıfır başlangıç değerini gösterirler.
Şekil 14: Fotonların dalga boylarına göre olasılık hesabı yapma yöntemi. (Feynman 1985’den)
(D)ye ulaşmak isteyen bir fotonun önünde iki seçenek vardır. Ya (A) deliğinden geçecektir, ya da (B). Foton her iki seçeneği de teker teker değerlendirir: Örn. (A) yolunu dalga boyuna göre hesaplamaya başlar; 1 dalga boyu, 2 dalga boyu, 3,4,5,6,.. vs. ve (D) hedefine vardığında dalga boyunun hangi değerde bulunduğuna bakar. Diyelim maksimum (+1) değeriyle son buldu. Şimdi diğer (B) yolunu aynı şekilde hesaplamaya başlar; diyelim minimum (-1) değeriyle son buldu. Foton bu iki değeri toplar: +1-1=0. Sıfırın karesini alır: yine sıfır. Ve foton kararını verir: Bu durumda hedefe varmanın hiçbir yararı yok; (S)den gönderilen 100 fotondan hiçbiri delikten geçemez ve (D) detektörüne hiçbir foton ulaşmaz.
Başka bir ölçüm sonucu şöyle olsun: (SAD) yolu sonunda ulaşılan değer (+1), (SBD) yolu sonunda ulaşılan değer de ( +1) ise, +1 +1 = 2. İkinin karesi alınır: 4 eder. Bu durumda (S)den gönderilen 100 fotondan 4 tanesi deliklerden geçer ve (D) detektörü 4 foton kayıt eder. Delikler normalde birer foton geçirecek kadar büyüklükte olmalarına rağmen, normalde 2 fotonun geçebileceği deliklerden 4 tane foton geçer!
Olasılık hesaplı işlemlerin ilginç yönü bu noktadadır. Normal değer 1 = bir olarak kabul edildiğinde, hesaplama sonucu 1’den büyük olan değerlerin karesi alındığında, sonuç çok büyük oranda artarken, 1’den küçük sonuç değerlerinin kareleri gittikçe küçülürler. Örneğin 1.5’in karesi 2.25 gibi büyüyen bir değer verirken, 0.5’in karesi, 0.25 gibi küçülen bir sonuç verir. Doğadaki tüm olaylar ve işlemler de böyle bir olasılık hesabı sonucuna göre yapılmaktadır.
Önemli iki not:
1. Varlıkların yapısal durumlarında değişiklik olması demek, molekül yapılarının değiştirilmesi demektir. Peki, atomik yapılarda da bir değişim oluyor mu?
Oluyor. Şöyle ki: Her bir kimyasal elementin (yani her atomun) birçok izotopu bulunmaktadır. Şekilde azot (N) ve karbon (C) atomlarının izotopları görülmektedir. Bu izotoplar, ortamdaki enerji kutuplaşması ve yoğunluğuna bağlı olarak, ya elektron tünellemeleri, ya pozitron tünellemeleri nedeniyle çapraz (sarı ve mavi oklarla) gösterilen yönlerde birbirlerine dönüşmektedirler. Yani bir 13N atomu bir 13C atomuna, bir 14C atomu, bir 14N atomuna dönüşebilmektedir.
Şekil 15: Doğadaki tüm kimyasal elementler, birbirlerine dönüşebilirler.
Dolayısıyla doğadaki tüm kimyasal elementler, ortamdaki enerji durumuna göre, elektron veya pozitron alışverişleri sonucu birbirlerine dönüşebilmektedirler. İzotopların çok değişik ömürleri bulunmaktadır. İzotopların sahip oldukları bu ömürlere göre de oluşturulan bileşiklerin ömürlerine sınırlama getirilmiş olunmaktadır. Doğadaki biyolojik iç saatlerin çoğu bu sisteme dayanmaktadır.
2. Peki daha alt düzeyde, yani atom-altı-öğeler düzeyinde de değişimler oluyor mu?
Evet, onlarda da değişim oluyor: Atom-altı-öğelerin de, ilerleme yönleri, adımları, enerji düzeyleri, vs değişiyor, hem de 3 eksen sistemi boyunca ve her bir eksen etrafında 77760000 saliselik konum farklılığı gösterecek şekilde! Dolayısıyla, asıl temel değişim bu en temel varlıklarda gerçekleşiyor ve onlar bu değişen enerji düzeyleri ve konumlarıyla, doğa ve dünyamızı tekrar yeniden düzenlemeye başlıyorlar.
Şekil 16: Kuantsal öğelerin sonsuz denecek kadar farklı konum ve durum almaları söz konusudur.
►Kuantsal sistemden atomik-moleküler sisteme geçildiğinde, “Theory of Integrated Levels” (= Tümleşik Sistemler Teorisi) ilkesi “Her düzey altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır” gereği: yeni etkileşim sistemleri ortaya çıkar. Bu etkileşim sistemi basınç ve sıcaklık olarak bilinir. Bu nedenle tüm moleküller sıcaklık ve basıncın çok olduğu yerden, az olduğu yere doğru hareket ederler. Bu etkileşim sistemi gereği denizlerdeki su moleküllerinden her biri, kendisine en yakın komşularının sıcaklık ve basınç değerlerini algılayarak, en düşük değerdekiler yönünde harekete başlarlar. Bu olay aynı anda denizin her yerinde gerçekleşir ve tüm deniz genelinde bir akıntı sistemi başlar. Denizin farklı yerlerindeki farklı sıcaklık ve basınç değerlerine göre, farklı hızlarda akıntılar ortaya çıkar. Atmosferdeki rüzgârlar da bu sistemde gelişirler. Yeryuvarı içindeki manto akımları da bu şekilde oluşurlar. Bu akıntılara göre de depremler volkanik hareketler vs. başlar.
Sözün kısası, doğa ve dünyamızı oluşturan en temel öğeler bilardo topu gibi pasif, cansız, ölü, bilinçsiz varlıklar değil, yukarıda belirtildiği gibi, çevrelerini algılayan ve komşularının durumlarına göre davranışlarını belirleyen ve daha rahat durumlara geçmek için yeni üst-sistemler içinde bir araya gelme çabası içinde olan varlıklardır. Yani onlar ölü-cansız değil, canlı ve bilgi ile davranan en temel canlılık öğeleridir.
► Doğadaki en küçük varlıkların hem dalgalanma (wave) göstermesi, hem bir madde tanesi (particle) olarak davranması, onların “wavicle” (wave + particle = wavicle) olarak da adlandırılmalarına neden olmuştur (Eddington 1935). Bu “wavicle” terimini Türkçemize “salınımcılar” olarak aktarmak istedim, çünkü onlar hem bir sarkaç gibi, sürekli olarak sağa-sola dönüp duruyorlar, hem ilerledikleri yönde belirli bir düzlem içinde dans ediyorlar, hem de doğadaki tüm enerjilerin (dolayısıyla kuvvetlerin) temelini oluşturuyorlar. Dahası, evrensel ölçekte birbirleriyle etkileşerek, hep daha ekonomik üst-sistemlerde birleşecek şekilde birbirleriyle anlaşıp-uzlaşıyorlar.
►Ve salınımcıların son bir temel özellikleri daha: hep en kestirme yolu seçerler. Yani her zaman işin en kolay yolunu seçerler. Bu özellik, çocukların yetiştirilmesinde önem taşır; çünkü onlara hayat şöyle de olur veya yaşanır diye kolay bir yol gösterirseniz, o çocuklar ileride asla zor görevlere soyunmazlar.
Özetle: Doğadaki tüm farklı görüntüler, salınımıcılar dediğimiz bu temel varlıkların çevreleriyle karşılıklı etkileşimlerinin bir üründürler.
Peki, doğadaki en temel yapıtaşları canlılık gösteriyorlar, bilgiye göre davranıyorlarsa:
i-fizikçiler neden hala bu temel yapıtaşlarını, doğayı oluşturan en temel canlı-öğeler olarak değil de, bilardo topu gibi pasif, cansız varlıklar olarak değerlendiriyorlar?
ii-Biyologlar neden hala canlıların bilgiye göre davrandıklarını değil de, evrimin rasgele mutasyonlarla gerçekleştiğini iddia ediyorlar?
iii- Biyologlar neden canlılığı atom-altı-öğelerle başlatmıyorlar da, “ilk canlı nasıl, nerde oluştu?” şeklinde sorularla uğraşıyorlar?
iv- Din adamları yaratıcı güç olarak tanımladıkları “Allah’ı” neden varlıkların kendi içlerinde değil de, hayali bir harici sistemde arıyorlar?
Bu soruların yanıtını dinamik sistemler fiziği ilkelerinde buluyoruz.
Doğadaki oluşum mekanizması
Her türlü işlem veya oluşum mutlaka enerji gerektirir. Tüm enerjilerin kökenini ise yukarıda açıklanan kuantumlar, yani fotonlar oluşturur. Fotonların maddelere bağlanma şekline en güzel örnek fotosentez olayında görülür. Fotosentez olayında, bitkilerin yapraklarında bulunan kloroplast adlı madde, bir fabrika gibi işlem yapar ve eşitliğin sol tarafından aldıklarını, sağ tarafındaki ürünlere dönüştürür.
6 H2O + 6 CO2 + Güneşten gelen fotonlar è C6H12O6 + 6O2
Bu eşitliğin sol tarafındaki madde miktarı ile sağ tarafındaki madde miktarı aynıdır. Ama enerji içerikleri farklıdır. C6H12O6 olarak gösterilen glikoz molekülü güneşten gelen fotonları depolamıştır. Bu molekülü oluşturan H, O ve C atomlarının bağlantı sistemleri H2O ve CO2. moleküllerini oluşturan H, O ve C atomlarındakinden farklıdırlar. Görüldüğü üzere, enerji maddeye bağlanmış durumdadır. Güneş enerjisini maddeye dönüştüren bu bitkiler değişik bir enerji türü kaynağı oluştururlar. Her tür enerji kaynağı, doğadaki varlıklar için yeni bir hedef (dinamik sistemler fiziği terimiyle, yeni bir attractor) oluşturur. Çünkü doğada önceleri foton olarak yer alan bir sürü enerji paketçiği, başka türde bir kombinasyon olarak piyasaya çıkmıştır. Yani piyasaya yeni bir ürün sürülmüştür. Her ürünün bir alıcısı olmak zorundadır, yoksa doğadaki değişim-dönüşüm sistemi bloke edilmiş olunur.
Düşünün ki, bir varlığın hiç alıcısı, yani onu tekrar parçalarına ayıran bir başka varlık yok. O durumda o varlık için zaman durmuş olur, çünkü ömrü sonsuzlaşmıştır! O durumda, çevresindeki her şey değişip-dönüşürken, o varlık çevresiyle ilişkisiz bir sistem oluşturmuş olur ki, doğada çevresinden etkilenmeyen, çevresiyle etkileşmeyen hiçbir sistem yoktur. Bu nedenle zaman “değişim-dönüşüm” ürünü, sonucu ve göstergesidir. Dolayısıyla doğada değişim-dönüşüme uğramayan ebedi bir varlık veyahut ebediyet gibi bir sistem mevcut değildir. Hayat bu nedenle doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuştur.
İşte bu durum atalarımız tarafından anlaşılamamıştır. Atalarımız canlılık oluşturan, enerji veren şeyi, varlıkların kendi iç bileşenlerinde değil, varlıkların haricinde olduğunu varsaydıkları ebedi bir ekstra varlıkda aramışlardır. Dolayısıyla sürekli değişim-dönüşüm içinde bilgi oluşturarak kendi kendilerine örgütlenip-gelişen, zaman içinde daha karmaşık üst-sistemler oluşturacak şekilde bir evrimsel gelişim düşünülememiştir.
Dağdaki bitki türleri farklıdır, ovadaki farklı, denizdeki farklıdır. Her bir farklı bitki türüne uyum sağlamış bir sürü canlı oluşur. Bu canlıların yedikleri bitkiler farklı olduğundan, kendi bileşimleri de değişik protein bileşimleri gösterirler. Bu defa bu canlıların gövdelerini yiyecek başka canlı türleri oluşur. Kısacası doğada sürekli yeni “attractor=çekim mekezi, hedef” ortaya çıkar.
Her canlı hayatının devamı için enerjiye muhtaç olduğundan ve ana enerji kaynağını da bağımlı olduğu belli canlı türleri (veya foton türleri) oluşturduğundan, her canlı sürekli olarak neyin neye bağımlı olarak oluşup geliştiğinin kayıtlarını tutmak zorundadır.
Yukarıda sıralanan türlerde temel özelliklere sahip kuantsal öğelerin (salınımcıların), dinamik sistemli doğa ve dünyamızı nasıl oluşturduğu konusundaki bilgileri “Doğadaki oluşum mekanizmasıyla insanlığın sorunlarının çözüm yolu” adlı kitapta takip edebilirsiniz.
Salınımcılar sürekli hareket halinde oldukları için çok enerji harcarlar ve bu nedenle, birleşip atom, molekül, hücre gibi üst-sistemler oluşturarak, daha az enerji harcayan durumlara geçme çabası içindedirler. Enerji taşıyıcıları olan bu temel canlılar çeşitli üst-sistemler içinde birleştikçe, doğadaki enerji de, çeşitli üst-sistemler içinde yer değiştirmiş olur. Bu nedenle yeni bir şey yapımı, ne tür yenilikler oluşturulduğu konusunda yeni bilgiler oluşturulmasını gerektirir. Enerjinin çeşitli üst-sistemler içinde depolanır duruma geçmesi, tüm varlıkların, özellikle de canlıların bu yeni yapısallaşma türlerini algılamaya yönelik organlar (detektörler) oluşturma arayışlarına yöneltmiştir. Tüm bu işlemler olasılık hesaplamaları sonuçlarına göre gerçekleştirildiğinden, tüm varlıklar olasılık hesabı yapma bilgileri oluşturmak ve bu bilgileri geliştirmek zorundadırlar. Olasılık hesaplamalarına dayalı olarak oluşturulan doğadaki bu oluşum ve gelişim sisteminin en önemli temel ilkeleri şunlardır.
Evrensel ölçekte geçerli doğal ilkeler
► Her öğe, kendine en yakın komşuları ile etkileşim içine girecek ve davranışını ona göre belirleyecektir. (Bunun nedeni, varlıkların karşılıklı olarak birbirlerine sahip oldukları enerji türünü çeşitli sinyaller olarak bildirmeleri ve bu sinyallere göre varlıkların birbirlerini çekmeleri (veya itmeleri)dir. Oluşacak çekim kuvvetinin şiddeti, yandaki şekilde gösterildiği üzere, öğeler arası mesafenin karesiyle ters orantılı olduğundan, varlıkları etkileyen en büyük kuvvetler, kendilerine en yakın olan öğelerin potansiyelleri olmuş olur.)
Şekil 17: Doğadaki tüm varlıklar birbirleriyle etkileşirler (yani haberleşirler).
► Oluşturulacak bir ortaklıkta geçerli olacak kurallar (ki buna ‘orderparameter=düzen-ölçütü’ denir) tüm katılımcıların ortaklığı ile oluşturulur, her öğe en ekonomik yapısallaşmayı tercih edecektir. Bu amaçla hücrelerin atom ve moleküllerinin bilgi sistemlerinde simetri-kırılması yapılarak, yeni hedefe uygun davranılacak bir rezonans sistemi oluşturulur;
► Oluşturulan düzen-ölçütü her katılımcı için bağlayıcı olacaktır (ki, bu kurala slaving principle = köleleştirme etkisi denir). Bağlayıcılığı güven altına almak için, sabitleyici yapısal unsurlar oluşturulacaktır (solidification).
►Bu rezonans sistemine uygun olacak şekilde atom ve moleküllerde sabitleştirmeler (solidifikasyonlar) yapılması; (Çevreye uyum için değişim-dönüşüm şart olduğundan, oluşum ve gelişimin başlangıç safhalarında sabitleştirme işlemi yapılmaz, olgunlaşma safhasına geçişle birlikte sabitleştirme işlemi gerçekleştirilir. Bu nedenle bir civ-civ yumurtadan çıktığı anda yanında algıladığı ilk canlıyı, kendisine en yakın dost olarak görür. İnsanlarda ise bu sabitleştirme işlemi çocukluk evresinde olur ve bu nedenle hayat boyu insanı etkileyen en temel davranış olur.)
►Doğadaki dinamik sistemin en önemli temel ilkelerinden biri de, her büyümenin bir sınırı olması zorunluluğudur. Örneğin proton-nötron-elektron gibi öğeler birbirleriyle birleşerek atom dediğimiz temel kimyasal elementleri oluştururlar. Bu temel elementler 56 atom-ağırlıklı Fe (demir) bileşimine kadar (28 proton + 28 nötron) birleştikçe çevrelerine enerji verirler. Hidrojen bombasındaki enerjinin kaynağı bu tür bir enerjidir (fusion=birleşme enerjisi). Halbuki demirden sonraki elementler parçalandıkça çevrelerine enerji verirler. Atom bombasından çıkan enerji (radyoaktif enerji) bu tür bir enerjidir (fission = parçalanma enerjisi). Dolayısıyla, atom-ağırlığı çok büyük elemetler duraylı olamamakta ve çabuk bozunmaktadır. Kimyasal elementlerde görülen bu büyüme sınırlanması, diğer tür valıklarda da bulunur. Bunun nedeni, varlıkları oluşturan öğe sayısı arttıkça, varlık içindeki öğeler arası haberleşme ağının çok karmaşıklaşması ve ekonomik olmaktan çıkmasıdır. Bu nedenle hiç bir hayvan veya bitki anormal boyutlara ulaşamaz. Toplumsal birimlerin de belli sayıda insanla sınırlı olması bu gerekçeye dayanır.
Doğadaki dinamik sistemin nasıl işlediğinin matematiksel-fiziksel temellerini fizikçiler oluşturmuşlar (Haken 1983, 2000, Camazine et al. 2001) ve kısaca “information & self-organisation” = “bilgi oluşturmaya dayalı otonom örgütlenmeler” olarak özetlemişlerdir. Şimdi bu “information & self-organisation” sisteminin en temel parametrelerini vererek, hayat dâhil doğadaki tüm oluşumlardaki temel kuralları gösterelim:
Atraktor (Çekici): Dinamik sistemlerde, bir öğenin gideceği hedef.
Düzen-ölçütü (order parameter): Dinamik sistemlerde öğelerin, değişen çevre koşullarına daha iyi uyum sağlayabilmek (yeni bir attractor’a ulaşmak) için ne tür değişiklikler yapılması, daha az enerji harcayan bir duruma geçmeleri ve rahatlamaları için birbirleriyle anlaşarak oluşturdukları ortaklık ilkeleri.
Karşılıklı bağımlılık (circular causality): Kuvvet alanları birbirlerine eklenip-çıkarılabilir özellikli olduğundan, yeni oluşan bir varlığın oluşturduğu kuvvet alanı, diğer tüm varlıkların oluşum koşullarını da otomatik olarak etkiler. Bu nedenle tüm varlıklar karşılıklı olarak birbirlerinden etkilenirler. (Bu nedenle beynimizdeki her bir hücre en az on bin farklı faktörü dikkate alıp, bir olasılık hesabı yapar ve tek bir sonuça ulaşır.)
Kontrol parametreleri: Dinamik sistemlerde öğelerin dikkate almak zorunda oldukları çevre faktörleri dizinidir. (Doğadaki oluşumlarda, bir çok varlığın yaydığı sinyaller de etkilidirler, katalizör etkisi)
Maksimum Enformasyon Prensibi: Dinamik sistemlerde, değişen koşullara uyum sağlamak amacıyla varlıkların çevrelerini algılayıp, kendilerini bu koşullara uyumlu hale sokabilmeleri için gerekli bilgi oluşturma dürtüsü.
Simetri kırılması (symmetry breaking): Mikroskobik sistemlerden makroskobik sistemlere geçişlerde, yani alt-sistemlerden üst-sistemlerin oluşturulmalarında, üst-sistem içinde birleşmeyi sağlayacak yeni kavramların (kuvvet alanlarının veya değer yargılarının) oluşturulması.
Solidifikasyon (Sabitleştirme): Üst-sistem içinde birleşmeyi sağlayacak yeni değer yargılarının kalıcı olmalarını sağlayacak şekilde sabitleştirici işlemler yapılması.
Köleleşme prensibi (slaving principle): Dinamik sistemlerde öğelerin daha ekonomik bir duruma geçmek için oluşturdukları ortaklık ilkelerine uyulmaya zorlayan faktör.
Dinamik sistemlerde her yeni oluşturulacak üst sistemde geçerli olacak düzen ölçütü (=order-parameter, ki buna insanların paradigması da denir) bileşenleri üzerinde köleleştirici etki yapar. İnsanlar geleneksel olarak bilinci ve bilinçli davranışı sadece insan ve insan-üstü varlıklara özgü bir özellik olarak kabul etmiş ve bunu insanlarda değişmez bir paradigma olarak yerleştirmiştir. Bu nedenle insanlar sadece atom-altı-öğeleri değil, hücreleri bile bilinçsiz ve bilgisiz davranış içinde görmeye şartlandırılmışlardır.
Böyle bir şartlanmışlıkla sabitleştirilen nöronal devreler, bu şartlanmışlığı değiştirmeye yanaşmazlar ve hep yan yollar, kaçamaklar bularak, olayları açıklamaya çalışırlar. Bu bilim adamları için de geçerlidir. Arp (1998, s. 228)in dediği gibi: “Geleneksel bilim adamlarının iki alternatif seçim arasında yanlış olanı seçeceklerini öngörebilir miyiz? Bu soruyu evet olarak yanıtlarım, çünkü bu konuda önemli nokta, paradigma değişimidir ve geleneksel bilim dünyasında paradigma değiştirilmesi yasaklanmıştır.”
İşte insanların mantıksız davranışlarda ısrar etmelerinin nedeni budur. Yobazlık kavramı, geleneksel görgü ve bilgilerin etkisi altında kalarak, değişen doğa ve dünya koşullarına uygun davranmama anlamında kullanılan bir kavramdır. Yani yobazlık denilen kavram bilim adamları arasında (ve de “aydın insan” denilen grup içinde) tam manasıyla yaygındır. Ve bunun nedeni de, hücrelerin dinamik sistemler fiziğinin köleleştirme + soldifikasyon (sabitleştirme) ilkelerine uygun davranarak, oluşturdukları bedenlerin davranışlarını çocukluk evresindeki koşulları ön plana alarak sabitleştirmiş olmalarıdır. Bu nedenle gelenek ve göreneklerini sorgulamayı göze almayan toplumların kalkınmaları hep gecikmeli olmaktadır.
Doğadaki tüm kuvvetler enerjilerini kuantsal sistemden alırlar. Kuantsal sistemde ise enerji hem yapıcı, hem yıkıcı özelliğe sahiptir ve süperpozisyon durumundadır. Süperpozisyon durumundaki bu enerji paketçiklerinin yapıcı veya yıkıcı yönde kullanılması, oluşturulan üst sistemlerin göstereceği hedefe bağlıdır. A-kişisinin de yapacağı işlerde kullanacağı enerjisinin kökeni bu kuantsal öğelerdir; B-kişisinin de. A-kişisi bu enerjiyi çevresindekilerle uyumlu olacak amaçlar için kullanabilirken, B-kişisi bu enerjiyi çevresindekilerle kavga edecek şekilde kullanabilmektedir.
Şekil 18: Kuantsal öğeler hem yapıcı, hem yıkıcı olarak işlevlerde bulunabilirler. Hangi yönde kullanılacakları, gösterilen hedefe bağlıdır.
Doğada en tabanda (kuantsal sistemde) bulunan yapma veya yıkma yeteneği, tepede olduğu varsayılan hayali bir güç kavramına bağlanmıştır. Bu temel prensip uyarınca, toplumsal sistemlerin yönetimi de tepeye yerleştirilen ve olağanüstü yetkiler-dokunulmazlıklar, vs. ile donatımlış liderlik sistemine bağlanınca, insanlar arasında olması-oluşturulması gereken çevresiyle doğrudan ilişki kurma ve bu ilişkilere göre davranışlarını belirleme yeteneği körleştirilmiştir. Tepeye oturan liderlerin göstereceği hedefe göre de insanlar davranmak zorunda kalırlar. Tepedekilerin görüşlerine göre davranmak zorunda olan halk, çevrelerindeki insan ve diğer varlıklara karşı oluşturmak zorunda olduğu karşılıklı etkileşim özelliğini kullanamaz. Hâlbuki doğal sistemde denge ve düzen “Her varlık, kendine en yakın komşuları ile etkileşim içine girecek ve davranışını ona göre belirleyecektir” şeklindedir.
Yani varlıklar arası ilişkiler karşılıklı etkileşimlere dayanılarak oluşturulur. İnsanlar ise tepedeki birilerinin görüşüne göre davranışını belirlediğinden, asla (arılar, karıncalardaki gibi) doğal sisteme uygun bir toplumsal hayat modeli ortaya çıkamamaktadır.
Doğada her şey zıt kutuplu salınımcıların yeni zıt kutuplu üst-sistemler oluşturmaları şeklinde devam etmektedir. Ancak her üst-sistem enerjisini alt-sistemlerden almak zorundadır ve bu nedenle hangi alt-sistemleri hangi sırayla birleştirerek yeni bir üst-sistem oluşturacağı bilgilerini kayıt etmek zorundadır. Bu nedenle bir bedendeki her bir hücre, binlerce farklı faktörü değerlendirip bir karar alır; bu sonucu bir diğerine iletir. Kendisine gelen bu sonucu diğer binlerce sonuçla (faktörle) harmanlayarak değerlendiren hücre de bir sonuca varır ve bunu bir başka ortağına iletir, vs. Ve bu şekilde bedendeki trilyonlarca hücrenin hepsi, ortaklık sistemlerinde kendilerine düşen görevi yapar. Hiçbir hücre görevsiz-işsiz değildir. Beden dediğimiz hücre ortaklıkları, milyarlarca yıllık bilgi oluşturma çabaları sonucu oluşturulan böylesine karmaşık işlevler yürüten hücre ortaklıklarıdır.
Alt-sistemlerine böylesine bağımlı olan ve bu bağımlılık bilgilerini de kalıtsal bilgi depolarında kayıt altında bulunduran hücrelerimize, “hayali bir hayat görüşü” bilgileri yüklerseniz, hücreleriniz bu “hayali hayat görüşü” bilgilerini kalıtsal bilgi depolarındaki verilerle uyum içine sokamazlarsa, işte o zaman “ruhsal hastalıklar veya kanserojen durumlar” ortaya çıkması kaçınılmaz olur. Çünkü hücrelerimizin içindeki salınımcılar salınımlarını doğadaki diğer salınımcılarla uyum içinde tutmak zorundadırlar, zira ortak bir evrensel bir enerji ağı içindedirler. Kalıtsal bilgi kayıtlarındakilerle uyumsuz bilgiler (hayali hayat görüşü bilgileri) yüklenmiş hücrelerdeki salınımcılar, doğadaki diğer salınımcılarla uyum sağlayamazlarsa, yapılacak tek şey kalır: o hücreleri (veya organları) dağıtıp, tekrar doğaya uyumlu olacak şekilde yeniden yapısallaştırmaya gitmek!
Salınımcılar salınım açılarını, salınım düzlemlerini, salınım yüksekliklerini, salınım adımlarını, vs. hep çevrelerindeki varlıklardan gelen sinyallerle etkileşerek düzenlerler. Çevreyle etkileşimlerini ise:
►ya kendileri doğrudan,
►ya da üst-sistem olanakları ile
sağlıyorlar.
Üst-sistem olanakları ise bizlerin göz, kulak, burun, deri, vs. gibi duyu organlarımızla onlara aktardığımız verileri kapsar. Bu verilerde hata varsa, hücrelerimizin mantıksal değerlendirme sistemi bozulmuş olur.
Sürekli bir değişim-dönüşüm içindeki bir doğada yaşıyoruz. Patel’in (2008, p. 188) vurguladığı üzere: “Tüm varlıklar atomlardan oluşurlar … Ve tüm biyokimyasal olaylarda (bu atomlar) farklı şekilde tekrar dizilirler-düzenlenirler. Bizleri oluşturan bu atomlar bir zamanlar Buddha’ya, Cengiz Han’a vaya Isaac Newton’a aittiler. Görüleceği üzere, zamanla değişen şey, bu atomların dizilim şekilleridir ve bu dizilim şekilleri farklı bilgiler oluştururlar. … Sözün kısası: Hardware’ler değiştirilir, software ise hassaslaştırılır!” Bu ifadelerin daha kolay anlaşılması için, ‘madde ile mana’ arasındaki şu bağlantıyı belirtelim. Madde, bildiğimiz atomlardan oluşurlar. Ancak bu atomların nasıl bir araya geleceği, ne kadar büyük veya küçük sistemler oluşturacakları gibi konular, enerji dediğimiz kuantsal salınımcıların denetimindedir.
Her yeni oluşturulan varlık, yapısına işlenmiş geçmiş zamana ait karşılıklı bağımlılık ve değişim-dönüşüm bilgileri nedeniyle, yeniliklerle dolu bir doğal sistem içinde ortaya çıkacağını bilmektedir. Bu nedenle sürekl olarak çevresini algılamaya ve hangi faktörlere daha çok bağımlı olduğunu saptamaya çalışır. İnsan çocuklarını ele alacak olursak, bebekler ana-babaların bakımına aşırı şekilde bağımlıdırlar.
Doğadaki yeni oluşacak sistemlerle ilişkileri düzenlemek için bilnç devresi oluşturulmuştur. Bilinçaltı geçmiş zamanlara ait kalıtsal bilgilerle denetlenirken, bilinç, yeni oluşan çevre koşulları ile ilgili konuları halletmek içindir.
Nöroloji dediğimiz bilim dalı ile uğraşanlar “neurons that fire together wire together = aynı anda ateşleyen nöronlar arasında bağlantı kurulur” şeklinde bir genelleme yapmışlardır (Sıegel 1999). Yani, bir bedeni oluşturan hücreler, çevrelerinden aldıkları sinyallerin eş-zamanlı olanlarını birbirleriyle ilişki içine sokacak temel bir yaklaşım içindedirler. Bu temel yaklaşım, doğadaki tüm diğer oluşumlarda da geçerlidir. Örneğin bir kimyasal reaksiyonun oluşumunda, çevredeki tüm moleküllerden gelen sinyaller birlikte değerlendirilirler; ama o moleküllerin hepsi aktif olarak o reaksiyona katılmazlar. Reaksiyon sadece 3-5 molekül arasında gerçekleşir, ama bu 3-5 molekül arasında gerçekleşecek reaksiyonun gerçekleşebilmesi için, bir sürü başka molekülün de çevrede bulunması şarttır, çünkü reaksiyon ancak onlardan gelen elektro-manyetik sinyallerin de mevcut olması durumunda oluşur. Bu etkiye katalizör etkisi denir.
Beyindeki her bir sinir hücresi 10.000lerce dendrit dediğimiz alıcı ucunu bedendeki çeşitli organlara uzatır ve onlardan gelecek sinyalleri değerlendirmeye başlar. Bedendeki her hücre ise, kendi çevrelerindeki tüm fiziko-kimyasal ve biyolojik faktörleri (ısı, basınç, asit-baz oranı, tuzluluk, oksijen oranı, glikoz oranı, vs. gibi yüzlerce faktörü değerlendirerek davranışını belirler. Tüm bu değerlendirmelerde ise, enerji durumu diyebileceğimiz bir temel kriteri dikkate alarak davranır.
Şekil 19: Doğadaki tüm kimyasal elementler arasında belli yönlerde artan veya azalan bir enerji-alışverişi sistemi vardır.
Şöyle ki: Doğadaki kimyasal elementler arası etkileşimler elektron-pozitron alışverişleri çerçevesinde gerçekleşir. Şekilde görüldüğü üzere, peryodik tabloda, soldan sağa doğru gidildikçe elementlerin elektro-negatiflik derecesi artarken, aşağı doğru azalma söz konusudur.
Bir bedende hücre içi Na-yoğunluğu, beden sıvısı içindeki yoğunluktan azken, K-yoğunluğu beden sıvısı içindeki yoğunluktan fazladır. Diyelim ki, hücre içinde bir işlem yapılacak. Hücrelerin işlem yapıcı aletleri proteinlerdir (enzimlerdir). Söz konusu enzimin işlem yapabilmesi için enerjiye ihtiyacı vardır. Enzime bu enerji ATP’nin (Aadenosine Tri Phosphate) ADP’ye dönüştürülmesi şeklinde sağlanır. Bu işlem için, hücre zarındaki
Na-K pompa kanalı açılır ve hücre içine Na iyonları alınır. Na’un elektro-negativitesi K’a oranla fazla olduğundan, ATP hidroliz olur ve ADP’ye dönüşür. Çıkan enerjiyi enzim kullanır ve gerekli işlemi yapar. İşlem yapıldıktan sonra,
Na-K pompa kanalı tekrar açılır ve bu defa Na dışarı atılır, onun yerine K iyonları içeri alınır ve hücre normal yaşamına devam eder.
Şekil 20: Hücreler enerji durumu değerlendirmelerinde Na-K arası enerji farkından yararlanırlar.
Hücrelerin temel enerji kaynağını glikoz adı verilen şeker molekülleri oluşturur. Şeker moleküllerinin oranına bağlı olarak da insulin denilen bir hormon üretilir ve bedendeki şeker kullanımı düzenlenir. Kandaki şeker oranı yüksekse, hücre içindeki enerji de fazla, dolayısıyla, ATP oranı yüksek demektir. Bu durumda KATP kanalı kapalı olur. Bedendeki (kandaki) insulin oranı artırılırsa, Ca-kanalları açılır ve hücre ATPyi ADPye dönüştürerek enerji harcamaya zorlanır.
Buna benzer şekillerde Na+/H+ , Na-Ca, K-Ca dönüştürücüleri vs.ler de vardır. Bu farklı fiziko-kimyasal dönüştürücüler yardımıyla hücreler organellerindeki çeşitli iyon konsantrasyonlarını artırıp-azaltabilmekte ve bu sayede çeşitli enerji türlerini birbirlerine dönüştürmektedirler. Örneğin “lysosome” denilen torba içindeki asit oranını H-pompaları vasıtasıyla artırarak torbacıklar içine aldıkları bir maddeyi eritebilmekte, bu şekilde o maddeyi sindirmiş olmaktadırlar.
Şekil 21: Hücrelerin bilgi depolama işlerinde kullandıkları şifreleme tamamen enerji artışı veya azalışı prensibine dayanır.
Görüldüğü üzere, hücreler rastgele işlem yapmıyorlar, tersine hep enerji durumunu dikkate alarak, yararlı-zararlı veyahut kazançlı-kazançsız hesaplamalarına göre davranıyorlar. Hücrelerin bu kar-zarar hesaplamalarına dayalı işlemleri, mutasyon denilen amino-asit dizilimleri oluşturmalarında da görülür. Şöyle ki: hücrelerin dilinde tüm genetik bilgiler 2 hidrojen bağlı olan Adenin-Timin veyahut 3 hidrojen bağlı Cytosin-Guanin molekülü ardışımları olarak kayıt edilir. Bu iki molekül çifti arasındaki fark ise, sadece NH2’ye karşı CH3 (daha basite indirgendiğinde N’ye karşı CH) bulunmasıdır. Yukarıda verilen C ve N izotopları arası ilişki diyagramı dikkate alındığında, azotla karbon atomlarının, ortamdaki enerji potansiyeli durumuna göre birbirlerine dönüştükleri açıklanmıştı. Dolayısıyla, hücreler genetik bilgilerini, çevrelerindeki enerji durumuna göre, bağlantının 2 hidrojenli mi yoksa 3 hidrojenli mi olmasının daha avantajlı olacağı hesabına göre yapmaktadırlar. Yani ortada yine bir kar-zarar hesabı yapımı söz konusudur. Dolayısıyla rastgele mutasyon olması diye bir şey söz konusu değildir. Bu konuyu destekleyen araştırmalar yeni-yeni ortaya çıkmaya başlamışlardır. Örn. Lind ve diğ. (2010) mutasyonların mRNA yapısallaşmasını ve duraylılığını sağlamaya yönelik olduklarını göstermişlerdir.
Bilgi ve bilinç sistemi diğer canlılara göre çok gelişmiş insan denilen bir varlığın oluşumu, hücreler, kuantsal öğeler gibi doğayı oluşturan temel varlıkların, doğada nelerin nelere dönüştüğü, nelerin nelere bağlı olarak geliştiği, vs. gibi konularda daha sağlıklı bilgiler edinebilmek amacına yöneliktir. Bunun böyle olduğunu şu verilerden anlıyoruz.
İnsanlar kendilerini doğadaki tek bilinçli yaratık olarak görür. Fakat “bilinç” kavramı göreli bir değerlendirmedir. Zihinsel özürlü bir insanın bilinci, bir köpeğin bilincinden daha düşük bir seviyede olabilmektedir. Bu nedenle kesin sınırlı bir bilinç tanımı söz konusu değildir. Bilinci en basit şekliyle “bir varlığın kendisini etkileyen faktörleri fark etmesi ve davranışını bu faktörlere göre ayarlaması” şeklinde tanımlarsak, tüm varlıkları, özellikle de kuantsal düzeyde, bilinçli kabul etmemiz gerekir
Sürekli değişim-dönüşüm içinde olan dinamik bir doğal sistemde yaşıyoruz. Dinamik sistemlerde tüm olaylar ve oluşumlar bilgi oluşumuna dayalı olasılık hesapları gereğince gerçekleşmektedir. Bu nedenledir ki, dinamik sistemler teorisi “information & self-organisation = bilgi oluşumuna dayalı otonom örgütlenmeler” olarak özetlenmiştir. “Maximum Information Principle = mümkün olduğunca çok bilgi oluşturma ilkesi” dinamik sistemler teorisinin en önemli faktörlerinden biridir. Bu nedenle “bilgi oluşturma” tüm varlıklarca çok önemli olmaktadır.
İnsanlarda Bilgi Oluşumu
- 100 yıl önceleri bilgisayar, TV gibi elektronik aletlerinden yoksunduk, çünkü bu tür aletleri yapacak bilgilere sahip değildik..
- 500 yıl önceleri otomobil, tren, uçak gibi motorlu taşıtlardan yoksunduk, çünkü bu tür aletleri yapacak bilgilere sahip değildik.
- 15000 yıl önceleri tencere, kazan gibi madeni eşyalardan yoksunduk, çünkü bu tür eşyaları yapacak bilgilere sahip değildik.
- Bir milyon yıl önceleri geceleri hep karanlıkta yaşamak zorundaydık, çünkü ateş yakmasını bilmiyorduk.
İnsanlığın kültür ürünlerini bir zaman cetveline yerleştirecek olursak, şekildeki gibi bir görüntü ortaya çıkar. Buna “bilgi gelişimi eğrisi denir” ve şekilden de anlaşılacağı üzere, üssel (eksponensiyal) bir özelliktedir.
Şekil 22: İnsanlığın bilgi gelişimi eğrisi. İnsanlık kültürü yaklaşık 2.5 milyon yıl önceleri taş yontmakla başlar ve yaklaşık 40 bin yıl öncelerine kadar, ateşin kontrolü, ölülerin gömülmesi gibi 1-2 yenilikle çok yavaş ilerler. Bundan sonra çok hızlı bir ilerleme dönemi başlar: ~32 bin yıl önceleri zıpkın, ~27 bin yıl önceleri iğne, ~17 bin yıl önceleri takı-eşyaları, ~10 bin yıl önceleri tuğla ve tuğladan evler, ~4 bin yıl önceleri cam eşyalar, 562 yıl önceleri matbaa, vs gibi ürünlerle üssel bir gelişim içine girer. (Gedik 1998’den)
Görüldüğü gibi bilgi oluşturma olgusu, hem zaman içinde gelişiyor, hem de birbirlerine bağlı olmak, birbirlerini tetiklemek zorundadırlar. Ateş-yakma bilgisi olmadan maden elde etme bilgisi oluşturulamaz; maden elde etme bilgisi olmadan, motorlu aygıtlar yapma bilgisi üretilemez; motorlu aygıt yapma bilgisi olmadan elektrikli veya elektronik aygıt yapma bilgisine ulaşılamaz. Her yeni oluşturulan eşya veya bilgi, onu takip eden bir başka şeyin oluşum koşullarını hazırlar. Bu nedenle tüm oluşuklar ve oluşumlar birbirleriyle karşılıklı bir bağımlılık ve bilgi alışverişi ilişkisi içindedirler ve aralarında “heterarşik” bir bağ vardır. “Heterarşi”, doğadaki bu karşılıklı bağımlık ilişkisinin anlaşılmasından sonra, bu anlamda kullanılan yeni bir terimdir.
Aynı tür bir üssel gelişim canlıların yeryüzündeki ortaya çıkışlarında da görülür.
Şekil 23: Canlılar aleminde bilginin üssel gelişimi ve Kambriyen Patlaması. Yeryuvarında hayatın gelişiminin üssel oluşu, paleontologların dikkatini çekmiş ve Kambriyen Patlaması diye bir terim üretilmiştir. Kambiyen-Proterozoik geçişine denk gelen bu dönüm noktasından önce hayat çeşitliliği az, bundan sonra ise çok fazladır.
Hücrelerde Bilgi Oluşumu ve Yeryuvarında Hayatın Gelişimi
Jeolojik veriler yeryuvarında hayatın ~3.5 milyar yıl önceleri prokaryotik tek hücrelilerle başladığını göstermektedir. Prokaryotlar bilgi depolama aygıtı olarak sitoplazmalarında tespih şeklinde basit bir DNA zinciri bulundururlar. Prokaryotik düzeydeki bu hayat yaklaşık 2 milyar yıl öncelerine kadar devam eder ve o sınırda ökaryotik tek hücreli canlılar ortaya çıkarlar. Ökaryotlarda, genetik bilgilerin depolandığı özel bir çekirdek yapısı oluşturulmuştur. Bu çekirdek içinde DNAlar histon denilen makaraya benzer yapılar üzerine sarılacak şekilde dizilirler. Bu şekilde, çok fazla bilginin, düzenli şekilde depolanması olanaklı kılınmış olunur. İlk çok hücreli canlılar yaklaşık 1 milyar yıl önceleri ortaya çıkar ve ondan sonra çeşitlilik hızla artmaya başlar. Çok fazla bilginin bu şekilde depolanabilinmesi, ökaryotik canlıların, dolayısıyla gelişmiş bir hayat sisteminin yeryuvarında gelişebilmesindeki en önemli faktör olmuş ve şekil 25’de gösterilen türde üssel bir canlılar âlemi ortaya çıkmıştır.
Bilginin Üssel Oluşumunun Anlamı ve Sonuçları
Üssel fonksiyonlar y=ex şeklindedirler ve üssel fonksiyonların türevleri hep ex olarak kalırlar ve asla sıfırlanmazlar. Bunun anlamı, bilgi oluşturma yeteneğinin sadece insan veya hücre gibi canlılarla sınırlı olamayacağı ve maddenin en küçük parçacıklarına kadar devam edeceğidir. Nitekim, maddenin en küçük bileşenleri olan kuantsal sistemlerin bilgiye göre davrandıkları daha önceki bölümlerde gösterilmişti.
Şekil 24: Bilgi oluşumunun üssel şekilde gelişmesi, “Değişimler hakkında bilgi oluştur ve bu bilgilere göre yeniden örgütlen” anlamında bir Hamiltoniyen faktörünün bulunmasını zorunlu kılar. (Gedik 2006’dan).
Daha önceki bölümlerde gösterildiği üzere, tüm varlıklar enerjilerini kuantsal öğelerden alırlar ve kuantsal öğeler de fotosentez olayında görüldüğü üzere, molekül hücre gibi gittikçe büyüyen üst-yapısallaşmalar içinde bir araya gelmişlerdir. Bu şekilde birbirleriyle bağlantılı sistemler (Tümleşik sistemler –Integrated levels) ortaya çıkmışlardır.
Tümleşik Sistemlerin Teorisi (Feibleman 1954) tarafından ortaya konmuştur ve temel ilkeleri arasında şunlar vardır:
i-Her düzey altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır.
ii-Üst düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar.
iii-Herhangi bir düzeyde oluşan bir bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler.
iv-Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; üst düzey alt düzeye yön (hedef) gösterir.
v-Herhangi bir düzeyin oluşumunda, oluşturma erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.
Bu kuralların neden oluştuğunu anlamak için varlıklar arası ilişki sistemlerine kısaca bakalım.
Canlılar aleminin en temel öğelerini fotosentez yapan hücreler oluştururlar ve foton dediğimiz kuantsal enerji öğelerini şeker dediğimiz bir molekülde depolarlar. Bu şekilde doğadaki enerjinin bir kısmı şeker molekülleri şekilnde farklı bir sisteme aktarılmış olunur. Şeker gibi bir molekül oluşturulmadan önceki zamanlardaki varlıklarda ”şeker” kavramı ve şeker molekülü arama bilgisi bulunmazken, şekerin ortaya çıkmasından sonra oluşan ve şeker molekülündeki enerjiden geçinen varlıklarda, ekstra bir sinyal arama ve işleme devresi oluşturulmuştur. Gerek şeker moleküllerini, gerek şeker üreten hücreleri yiyen canlıların oluşturdukları bedenler farklı protein, yağ vs. oluştururlar. Dolayısıyla bu canlılarla beslenen canlılar, bu canlıların yaydıkları sinyalleri algılayıcı devreler de oluşturmak zorundadırlar. Bu şekilde yeryvarında her yeni ortaya çıkan canlı türünden sonra oluşacak varlıklar, hem önceki zamanlarda oluşmuş varlıkları algılayıcı (ve işleyici) devreler oluşturmak, hem de yeni oluşan varlığı algılayıp-işleyecek bilgi devreleri oluşturmak zorundadır. Bu nedenle fizikte ”Maximum Information Principle (MIP)” denilen temel kural ortaya çıkmıştır. Bu nedenle bilgi üssel olarak artmaktadır! Beynimizde bulunan yaklaşık yüz milyar sinir hücresinin her birinin 40-50 bin farklı faktörü dikkate alarak bir değerlendirme yapmasının; ulaştığı sonucu ilgili diğer hücrelere aktarmasının ve bu şekilde bedenimizde işlerin yolunda gitmesi için trilyonlarca farklı çevresel faktörün dikkate alınması gerektiğinin nedenini acaba anlayabildik mi? Bedenimizdeki her kıl, her tüy belli sinyaller almak amacıyla oluşturulmuş antenlerdir.
Bu temel bilgilerden sonra insanı oluşturan hücrelerin neden ”bilgi” oluşturma ve yorumlamaya ağırlık veren bir beden yaısallaşmasına gittiklerini anlamak kolaylaşır. Şimdi bunu görelim.
İnsanın diğer tüm canlılardan çok farklı olduğu bir gerçektir. Bu farkın genetik verilerde kayıtlı olduğu ve bu genetik bilgilere göre bedenlerimizin oluşturulduğu da kesin bir olgudur. İnsan dahil bir çok canlının genomları günümüzde deşifre edilmiş ve nükleotid baz ardalanmaları olarak ortaya konmuştur. Dolayısıyla insanı diğer canlılardan ayıran özelliği herhangi bir şekilde genetik kodlamalara yansımış olmalıdır ve bunların ne tür genetik bilgiler içerdiği günümüz gen teknolojisi ile ortaya konula bilinmelidir.
Bu düşünceyle hareket eden 16 kişilik bir araştırma grubu (Pollard ve diğ. 2006) insan dâhil, şempanze, goril, orangutan, makak maymunu, fare, köpek, inek, fil, tavuk gibi birçok hayvan genomunu birbirleriyle kıyaslayarak, insan genomundaki hangi kısmın diğer hayvanlarınkinden çok belirgin şekilde ayrıldığını araştırmışlardır.
Araştırma sonunda 49 genetik noktada belirgin farklılık olduğu saptanmıştır. Bunlardan en önemli olanı 20. kromozomun (q) kısmındaki çok hızlı bir gelişme gösteren bölgedir. Adını bu anormal hızlı gelişmesinden dolayı HAR1 (Human Accelerated Region 1) koymuşlardır.
Şekil 25: Memeli hayvan beyinlerinde korteks yapısı farkları. Fare, kedi gibi hayvan beyinlerinde (kahverengi) duyu ve (mavi) hareket organlarına ayrılan kesim, beynin çok büyük bir kesimini kapsamaktadır. Beyaz renkte gösterilen “yorumlama” yeteneği bölgesi ise maymunda kısmen gelişmiş, insanda ise, anormal şekilde büyütülmüştür. Bu anormal gelişmiş “yorumlama” yeteneği nedeniyle insanlar çok az sayıda veriden (gözlemden) muazzam senaryolar üretebilen bir yapıya kavuşturulmuştur. Bu durum insanın hem en güçlü, hem de en zayıf noktasını oluşturur, çünkü bu sayede insan az sayıda birkaç gözlemden muazzam senaryolar uydurabilmektedir. Bu özelliğimiz nedeniyle, insanlık bir fikir oluştururken çok dikkatli davranmak ve yorumlarını çok güvenilir gözlemlere dayandırmak zorundadır. Verilerdeki ufak bir hata çok büyük mantık çarpıklıklarına yol açabilir. Değişim-dönüşüm içinde bir doğada yaşadığımızdan, asla dogmatik veriler kullanılmamalıdır. (Bloom ve Lazerson 1988’den değiştirilerek).
Bu bölgenin hangi organın yapısallaşmasında etkili olduğu araştırıldığında, beynin korteks kesiminin gelişiminde rol oynadığı ve beyindeki hücrelerin büyümelerini ve kendi aralarındaki organizasyonlarını düzenleyen “reelin” denilen proteinle de ilişki içinde oldukları ortaya konmuştur.
Bu bölge humanid olarak tanımlanan cinsler haricindeki tüm diğer memeli hayvanlarda çok az değişim gösterirken (0.27), şempanzelerde (2), insanda ise (18) değerine ulaşan bir oranda hızlı değişimler göstermektedir.
Bu sonuçlar çok ilginçtir, çünkü olay rastgele bir şey değil, bilgi ve yorumlama yeteneğini artırmayı amaçlayan, çok belirgin bir hedefe yönelik bir eylemdir.
Şempanzelerdeki 2 değerli bir HAR1 artışı onların kendilerini aynada görünce tanımalarını sağlayacak kadar bir yorumlama yeteneği sağlarken, insanlardaki 18 değerindeki bir HAR1 artışı, bizleri insanlaştıran faktör olmuştur. (Sadece şempanzeler ve insanlar kendilerini aynada görünce, görünenin kendisi olduğunu fark eder; diğer hayvanlarda bu yetenek yoktur!)
Bu genetik araştırma sonuçlarından sonra yandaki şekilde gösterilen beyinsel yapı farklılıklarının neye bağlı olarak oluştuğu, insanlığın ne anlama geldiği daha kolay anlaşılır olur.
İnsan hücrelerinin bilgi oluşturmaya verdiği bu önem nedeniyle, insanlar, hayvanlar kadar koşamaz, onlar kadar iyi koku alamaz, onlar kadar iyi göremez, vs., ama onlardan çok fazla hayal kurar ve bir-iki veriden giderek, binlerce senaryo üretebilir. Ve üretmiştir de. Metafiziksel tüm kavramlar, insan beyinlerinin oluşturdukları bu tür tasarımlardır ve çoğunun gerçek doğada hiçbir karşılığı yoktur. Ama bizler gerçek olan bu doğa ve dünyada yaşıyoruz ve beyinlerimizdeki hücrelerimize, sadece ve sadece doğadaki gerçeklere uygun veriler aktarmalıyız ki, onlar da, bu verilere uygun şekilde, doğa ve dünyamızın gerçeklerine uygun senaryolar üretebilsinler ve biz insanlar bu güzel doğayı cehenneme çevirmeyelim.
Beynin işletim sistemi ile uğraşan bilim adamları “The brain can be called an anticipation machine, constantly scanning the environment and trying to determine what will come next.” şeklinde bir genelleme yaparlar (Siegel 1999, Freyd 1987). Türkçesi: Beyin, sürekli olarak yaşanılan ortamı araştırıp, biraz sonra ne olacağını saptamaya çalışan bir “tahmin yürütme makinesi” olarak tanımlanabilir.
Bu genelleme, doğa ve dünyamızın sürekli bir değişim-dönüşüm sistemi içinde olmasının doğal bir sonucudur. Sadece beyindeki hücreler çevrelerinde neler olup-bittiğini araştırmak için uğraşmazlar, doğadaki her varlık, her atom, her molekül çevresinde kendisini etkileyebilecek kuvvet türlerini (çeşitli türlerdeki enerji yığışımlarını) algılar ve olasılık hesapları yaparak kendine bir yer ve yön belirler. Bir çekül bu nedenle bulunduğu sistemin ağırlık merkezine, bir mıknatıs manyetik kutba yönlenir.
Biz insanlar sadece kendimizi akıllı ve bilgili görmeye şartlandırmışız. Şimdi son yapılan bir araştırma sonucunu aktararak, bitkilerle parazitleri arasındaki ilişkiye (bilgi oluşturmaya) dayalı karşılıklı taktik savaşlarına bir örnek vermek ve bitki dediğimiz varlığın ne derecede bilinçli davrandığını göstermek istiyorum.
Nicotiana attenuata isimli bitkinin yapraklarını Manduca sexta adlı bir tırtıl yer. Geocoris pallidens adlı böcek ise o tırtıllarla beslenir. Bitki, tırtıllardan korunmak için, ısırıldığı anda “green leaf volatiles (GLVs)” adı verilen bir koku yayar. Ancak bitki bu kokuyu kendisini ısıran tırtılın ağzından çıkan salgının bileşimini analiz edip, o salgıyla birleştiğinde, o tırtılın kimliğini ele veren özel bir kimyasal bileşim olacak şekilde salgılar! Bitkinin salgıladığı bileşim, tırtılın ağzından çıkan salgılarla birleştiğinde, Geocoris böceğini çeken bir kokuya dönüşür ve çevredeki Geocoris’ler tırtılın peşine düşer! (Allmann & Baldwin 2010).
Doğadaki tüm varlıklar arasında bu şekilde karşılıklı bilgi edinmeye dayalı ilişkiler vardır. Bizim beynimizdeki hücrelerimiz de, bedenimizin nelere bağlı, nelerle iyi, nelerle kötü ilişkilerde olması gerektiği konularında milyarlarca faktörü değerlendirip, sorunlarına en iyi çözüm yollarını arayan bir “hesaplama aracıdır”. Hem de yaşanılan deneyimlerden yararlanarak bedenin davranışlarını kontrol altına almaya çalışan bir kumanda merkezidir.
Beyinde milyarlarca hücre vardır ve her bir hücre farklı görevler üstlenmişlerdir. Beyindeki her bir nöron ortalama on bin farklı faktörü değerlendirip, bir sonuca varır ve ulaştığı sonucu ilgili diğer nöronlara bildirir (Siegel 1999). Dolayısıyla, beyindeki her bir nöron, diğer milyarlarca nöronun neler yaptığını bilmek zorundadır, çünkü ulaştığı sonucu, ilgili olanlara iletemediğinde bedendeki denge ve düzen bozulmaktadır.
Beynimizin 1 topluiğne başı büyüklüğündeki bir kısmında on bin ila yüz bin kadar nöron bulunur. Ve tüm beyinde yaklaşık yüz milyar nöron vardır. Bu nöronların her biri belli türde bir bilgi işler. Bilgi işlemeyen nöronlar yok olurlar, yani beyin “ya kullan, ya kaybet” prensibiyle çalışır. Kullanılmayan devreler, silinip-yok olurlar. Beyinde her gün yaklaşık bir milyon yeni bağlantı yapılır (Hougan & Altevogt 2008).
Milner, Squire, ve Kandel’in (1998) belirtikleri üzere, her bireyin beyin yapısallaşması, o bireyin yaşadıklarına bağlı olarak gelişir ve tüm diğer bireylerden farklı olur. Bu nedenle bireylerin beyin yapısallaşmaları, bireyin yaşam öyküsüne göre şekillenir. Beyin yapısallaşması da çocuk daha ana karnında iken başladığına göre, şimdi cenin döneminden başlayarak, bir insanın kişiliğini belirleyen beyin yapısallaşmasının ana hatlarını görelim.
Döllenmeden sonraki 3. haftada beyin oluşmaya başlar ve 30. günde sinir sisteminin ana hatları belirginleşmiş olur (Bloom & Lazerson 1988). Beyindeki nöronların birbirleriyle bağlantı sayısı çocuk doğduğunda çok azdır. Bağlantı sayısı az olmak zorundadır, çünkü çocuğun hayatta nelerle karşılaşacağı henüz bilinmemektedir. Çocuk geliştikçe, yaşadığı deneyimlere uygun olarak beyindeki hücreler birbirleriyle bağlantı sayılarını artırırlar ve oluşturulan o bağlantılara göre de çocuk davranışlarda bulunur.
Nöronlar arasında bedenin nasıl davranması gerektiğini belirleyecek ilişki sistemlerinin bu şekilde düzenlenip-geliştirildiği, gözlemsel araştırmalarla denetlenip-ispatlanmıştır. Şöyle ki: Sonografik yöntemlerle ana karnındaki bebeklerin görüntülenmesinin mümkün olmasından sonra bazı araştırmacılar, ana-karnındaki ceninin yaşadıklarıyla, doğumdan sonraki çocukluk davranışları arasında bir paralellik olup olmadığını, yani cenin evresine ait verilerin beyin hücrelerince kayıt edilip- edilmediğini araştırmışlardır (Piontelli 1999). Sonuçlar beklendiği gibi olmuştur: Yani beyin ana karnındaki deneyimleri kayıt altına almakta ve çocuğun doğumdan sonraki yaşamında etkili olmaktadır. (Örn. ikiz ceninlerin birbirleriyle ana-karnında karşılıklı olarak dostça veya düşmanca davrandıkları ve bu davranışın ikizlerin doğumundan sonra aynı şekilde devam ettiği, vs. saptanmıştır. Böyle bir ikiz cenin hamileliğinde, doğuma iki hafta kala, ceninlerden biri ölmüş ve diğer cenin iki hafta süreyle cansız duran kardeşini sürekli yoklayıp, onun hareketsiz kalmasından duyduğu rahatsızlığı, doğum sonrası bebeklik döneminde bir fobi halinde yaşamaya başlamıştır. Şöyle ki, yürümeye başladıktan sonra, çevresinde rastladığı her nesneyi eline alıp sallamakta ve o nesneyi hareket ettirmeye, canlandırmaya çalışmaktadır (Piontelli 1999))
Bir çocuğun beynindeki sinir sistemi hücrelerinin çevreleriyle etkileşim içinde yapısallaşmaları, ana karnında başlar ve doğumdan sonra da devam eder. Birinci yaşın sonuna kadar sinir sistemi hücreleri sadece “sympathetic” (sempatik) denilen hızlandırıcı (teşvik edici) bir iletişim hattı kullanırlar. Bu hat hep gelişme, artırma, büyüme, vs gibi sürekli ilerleyici (motorlarda gaz pedalı işlevi görücü) işlemlerde kullanılan bir hattır. Çocuk ikinci yaşına girdiğinde, engelleyici ikinci bir hat devreye sokulur, ona da “parasympathetic” (parasempatik) hat denir ve motorlardaki fren pedalı işlevini görür. Bir yaşına kadar çocuklar çişlerini tutamazlar, çünkü frenleme sistemi olan parasempatik hat henüz devreye girmemiştir. Çocuklar yaklaşık 1 yaşından sonra yürümeye başlarlar, çünkü yürüyen bir çocuğun bir tehlike karşısında durması için (parasempatik) frenleyici hattın işletimde olması gerekir. Yani birinci yaş sonuna kadar çocuğa, durdurucu veya engelleyici bir işlem yaptıramazsınız, çünkü (parasempatik) frenleyici hat henüz olgunlaşmamıştır. Utanma, ayıp, vs gibi duygular da ancak bu devrenin faaliyete geçmesinden sonra oluşur ve çocuğun kendi kendini kontrolü gelişmeye başlar.
Yaşa bağlı olarak gelişen diğer önemli bir faktör de, sağ ve sol beyin denilen beyin yarılarının faaliyetlerinin birbirleriyle koordinasyona sokulması zamanıdır. Önce sağ ve sol beyin yarıları hakkında temel bir bilgi verelim. Sağ beyin, vücudun sol tarafını, sol beyin ise sağ tarafını kontrol eder. Örneğin sol kolu felç olan birinin sağ beyninde bir hasar var demektir. Bunun haricinde sağ ve sol beyinler arasında başka görev dağılımı farkları da vardır. Sol beyin genellikle sayısal, sözel faktörleri değerlendirir, örneğin kullandığımız tüm sözcükler sol beyinde depolanıp, işlenirler. Bu nedenle konuşma merkezi de sol beyindedir. Sağ beyin ise, genellikle yüz ifadeleri, ses tonları gibi sayısal-sözel olmayan (duygusal) verilerle uğraşır. Ancak bilgilerin işlenmesi ve değerlendirilmesi her iki beyin yarısının da işbirliği ile olur. Sol beynin daha çok yakınlaşıcı (dar bir bakış açısı ile) sağ beyin ise daha çok uzaklaşıcı (genel bir bakış açısı ile) olaylara yaklaştığı şeklinde gözlemler yoğundur (Siegel 1999). Üç yaşının sonuna kadar bir çocuğun sağ ve sol beyin yarıları ayrı ayrı çalışacak şekilde işlev görürler, çünkü sağ ve sol beyni birbirleriyle bağlayan ve aralarında bilgi alış-verişini sağlayan “corpus callosum” üç yaşından sonra devreye girer. Bu nedenle çocuklar ancak 4 yaşından itibaren daha bütüncül ve çevrelerini dikkate alacak şekilde davranmaya başlarlar.
Önceki bölümlerde gösterildiği üzere doğadaki tüm varlıklar birbirleriyle bağlantı ve ilişki içindedir, çünkü hepsi enerjisini kuantum denilen en küçük atom-altı-öğelerden alırlar. Bu atom-altı öğeler zamanla değişik madde (varlık) kombinasyonları şeklinde örgütlenerek, doğadaki enerjinin farklı şekillere bürünmesine yol açarlar. Böylelikle doğada sürekli bir değişim-dönüşüm sistemi oluşur ki, bu sistemin nasıl oluşup-geliştiği, son çeyrek asır içinde gelişen dinamik sistemler fiziği ilkeleriyle aydınlatılmıştır.
Dinamik sistemlerde gittikçe karmaşıklığa doğru gidişim nedeni, enerjinin gittikçe değişik üst modüller şeklinde depolanmasıdır.. Örn. fotosentez denilen olayla kuant dediğimiz temel enerji öğeleri (fotonlar), şeker molekülüne bağlanır
6 H2O + 6 CO2 + Güneşten gelen fotonlar è C6H12O6 + 6O2
Bu eşitliğin sol tarafındaki madde miktarı ile sağ tarafındaki madde miktarı aynıdır. Ama enerji içerikleri farklıdır. C6H12O6 olarak gösterilen glikoz molekülünde güneşten gelen fotonlar depolanmıştır. Görüldüğü üzere, enerji maddeye bağlanmış durumdadır. Güneş enerjisini maddeye dönüştüren bitkiler değişik bir enerji türü kaynağı oluştururlar. Her tür enerji kaynağı, doğadaki varlıklar için yeni bir hedef (dinamik sistemler fiziği terimiyle, yeni bir attractor) oluşturur. Çünkü doğada önceleri foton olarak yer alan bir sürü enerji paketçiği, başka türde bir kombinasyon olarak piyasaya çıkmıştır. Yani piyasaya yeni bir ürün sürülmüştür. Her ürünün bir alıcısı olmak zorundadır, yoksa doğadaki değişim-dönüşüm sistemi bloke edilmiş olunur. Tüm varlıklar enerjiye gereksinim duyarlar. Zaman içinde, enerji değişik varlıklar şeklinde depolandıkça, her yeni oluşan varlık, doğadaki bu gittikçe karmaşıklaşan enerji depolanma türlerini algılayıp, onlardan yararlanma yollarını araştırmak zorundadır.
Sözün kısası, doğa ve dünyamızı oluşturan en temel öğeler bilardo topu gibi pasif, cansız, ölü, bilinçsiz varlıklar değil, yukarıda belirtildiği gibi, çevrelerini algılayan ve komşularının durumlarına göre davranışlarını belirleyen ve daha rahat durumlara geçmek için yeni üst-sistemler içinde bir araya gelme çabası içinde olan varlıklardır.
Varlıkların yapısal-dokusal durumları, enerjinin nerde az, nerde çok depolanacağı bilgilerini içeren içsel özelliklere sahiptirler. Örneğin bir kuvars minerali hem dış görünüşü itibariyle çok farklı büyüklükte ve görünüşte yüzeylere sahiptir, hem de içsel olarak, içine giren ışık, vs. gibi kuantsal öğelerin farklı yönlerde farklı derecelerde hareket etmelerini sağlayarak enerji akışını yönlendirici bir etki oluşturmaktadırlar. Enerji akışını farklı yönlerde farklı hızlarda yönlendirilecek şekilde oluşan tüm yapısallaşmalara “anizotropi” denir.
İzotrop olmayan” anlamına gelen anizotropi teriminin anlamak için şunu düşünün: Doğada her yer düz değildir, bazı yerler sarp, bazı yerler az eğimli, bazı yerler düzdür. Böyle bir arazideki bir noktadan her dört yöne doğru birer ekibin yola çıktığını düşünün. Aynı hızda olan bu ekiplerin 5 saat sonra ulaştıkları mesafeleri bir harita üzerine işaretleyecek olursak, bazı yöndeki ekiplerin çok uzun, bazılarının çok kısa, bazılarının orta değerde bir mesafe kat edebildikleri ortaya çıkar. Gerek mineral gibi bizlere çok homojen görünen küçük yapılar, gerek galaksi gibi devasa boyutlu yapılar, gerek dünyamız gibi orta boyutlu yapıların hepsinde böyle anizotropik özellikler vardır ve içlerinden geçen enerjiyi, radyasyonları, vs., değişik yönlerde değişik hızlarda ileterek, kutuplaşma oluşumlarına yol açarlar. Yani enerji aktarımında, varlıkları oluşturan atomların diziliş şekilleri “dağ-dere” gibi engebeler oluştururlar. Bunun sonucu mineral içinde değişik yerlerde değişik oranda enerji depolanmış olur. Bu olay yerkabuğundaki tüm mineraller ve kayaçlarda gerçekleşir. Bu tür farklı enerji depolanmaları varlıklarda “strain” denilen gerilimlere yol açar ve varlıklar bu gerilimler nedeniyle farklı yönlerde farklı davranışlar sergilerler. Örneğin sıcaklık değerindeki farlılıklar (soğuk-sıcak zıtlığı), gerek atmosferde, gerek denizlerde çeşitli türlerde akıntı oluşumlarına yol açarlar. Kısacası, atomlardan tutun, su, kuvars, litosfer, hidrosfer, galaksiler vs. nin hepsinde çeşitli türlerde enerji depolanması farklılıkları oluşur ve bu farklılıklara göre de farklı hareketlenmeler ortaya çıkar. Tüm bu hareketlenmeleri oluşturan ve nerde ne kadar enerji depolanacağını belirleyenler ise (1)- kuant dediğimiz temel enerji paketçikleri ve (2)- maddelerin yapısal-dokusal özellikleridir.
Doğadaki bilgi oluşturma ve depolama sisteminin temeli bu anizotropik özelliklerle sağlanır. (Her mineralin ayrıca ısıyı basınca, basıncı elektriğe dönüştürme gibi bir sürü başka özellikleri daha bulunur ki, bu özellikler de farklı “bilgi” türleri oluşumuna yol açarlar.) Dolayısıyla, doğadaki kuvvet oluşumları, yani enerjinin nerden nereye akacağını gösteren faktör, anizotropi dediğimiz yapısal-dokusal özelliklerle sağlanır ki, buna başka bir ifadeyle bilgi oluşturma denir. Yani bilgi, maddelerin yapısal-dokusal durumlarında değişiklikler yapılarak, enerji akış güzergâhlarını belirleme işlemidir.
Doğadaki tüm kuvvet oluşumları, maddelerin yapısal-dokusal durumlarında gerçekleştirilen atomik-moleküler düzeydeki değişimlere bağlı olarak enerjinin akış-güzergahlarının yönlendirilme olaylarıdır.
Canlıların bilgi işlem sistemleri de tamamen buna benzer şekilde işlemektedir. Bedendeki (ve beyindeki) tüm hücreler, enerjiyi belli yönlerde (alanlarda) az, belli yönlerde fazla ileterek veya kullanarak, yapısallaşmasını ayarlamakta ve çevre koşullarına uyumlu kılmaktadır. İnsan bedenindeki hücreler, çevrelerindeki değişim-dönüşümleri algılamaya çalışarak, beden denilen ortaklık sistemini en ekonomik bir şekilde ayakta tutmaya ve doğadaki değişim-dönüşüm sistemi içinde kendilerine bir yer bulmaya çalışan, çok çalışkan varlıklardır.
Bedenlerimizi yapısı ve işleyiş mekanizması hakkındaki, tüm temel bilgileri yapısal-dokusal durumlarında kayıt altında bulunduran hücreler neden bizlere “bilinç” gibi bir serbest irade vermişlerdir?
Beyin uzmanlarının tanımına göre, “… when processes become linked within consciousness, they can be more strategically and intentionally manipulated, and the outcome of their processing can be adaptively altered. = Olaylar bilinç devresine aktarıldığında, daha stratejik ve daha amaca yönelik olarak işlenebilir, bu şekilde oluşturulan sonuç koşullara uygun olarak değiştirilebilir” (Siegel 1999, s. 263). Yani bilinç, bedenin kalıtsal davranış kalıplarından kurtularak, çevredeki değişim-dönüşümlere daha kolay uyum sağlanması için oluşturulmuştur.
Beyin araştırması uzmanlarının yaptıkları bu bilinç tanımından ne anlaşılması gerektiğini açıklayalım.
Domates, patates ve tütün ülkemize yaklaşık 500 yıl önce girmiştir. Daha önceki insanların beyinlerinde bu ürünleri tanıyıcı-tanımlayıcı devreler bulunmamaktadır. Hücreler bu ürünlerin hangisinin ne kadar yararlı veya zararlı olacağı konusunda karar vermek zorundadırlar, ama bu konuda kalıtsal bilgi depolarında hiçbir veri yoktur, çünkü bu ürünler yaşanılan ortamda yeni ortaya çıkmışlardır. İşte bilinç sistemi burada yararlı olur. İnsanlar bu ürünlerin ne işe ne kadar yararlı veya zararlı olduklarını, kendi gözlemleri veya deneyimleriyle ve birbirleriyle konuşarak belirlerler ve bu şekilde bu yenilikler hakkında kısa sürede bilgi sahibi olurlar.
Bir başka örnek: Bir toplantıda bir konuyu tartışmak ve bilgi toplamak istiyorsunuz. Yine bilinç devresi gerekli, kimler bu konuda neler biliyor, kimler hangi sırayla hangi konuda söz almalı, vs. Bu konuları ancak bilinç devresi olursa kolayca çözersiniz; konuyu hücrelerin bilinç-altı sistemine bırakırsanız, asırlarca sürecek deneme yanılma prosedürü sonuçlarını beklemeniz gerekir.
Bizler yeni bir şey öğrenirken epey zorlanırız. Örneğin araba kullanması olayına bakalım. Öğrenilmesi gereken işlev 5 tanedir. Gaz, fren, debriyaj, vites değiştirme ve direksiyon kontrolü. Bu 5 farklı faktörü el, ayak ve gözlerimizle birbirleriyle uyumlu olacak şekilde kontrol edebildiğimizde, araba kullanma denilen şeyi öğrenmiş oluruz. Dikkat edilmesi gereken konu sadece 5 faktör olmasına karşın, bu 5 faktörü birbiriyle uyumlu olacak şekilde davranmayı ancak aylar süren çabalar sonucu öğreniriz. (Hâlbuki hücrelerin dikkate alıp değerlendirmeleri gereken faktörler binlercedir!) Öğrenme olayı gerçekleştikten sonra, sık sık araba kullanmaya başladıysak, artık hiç zorluk çekmeyiz; arabaya biner binmez araba çalıştırılır ve hiç düşünmemize gerek kalmadan araba uygun vitese konur, gaz verilir ve istenilen yöne gidilir. Tüm bu işlemler yapılırken artık kişinin dikkatini bu olaylara ayırması gerekmez. Kişi yanındaki bir arkadaşı ile değişik konular üzerinde sohbet edebilir. Yani kişinin bilinci başka konular ile meşgul iken, kişi otomatik olarak arabayı kullanır. İşte bu durumda, araba kullanma olayı öğrenilmiş ve otomatik sisteme aktarılmış, ‘sabitleştirilmiş’ olunur.
Yaşamımızda sık sık yaptığımız tüm eylemler hücrelerimiz tarafından “alışkanlık” dediğimiz otomatikleşmiş-‘sabitleştirilmiş’ bilinçaltı sistemine alınırlar. Sabitleştirme işlemi, belli kimyasal moleküllerin oluşturulmasıyla yapılır. Her yeni bir şey öğrendiğimizde, bedenimizde belli molekül düzenlemeleri gerçekleşir. Yani bilgi denilen olgu, varlıkları oluşturan bileşenlerin (örn. hücrelerin) yapısal-dokusal durumlarında değişiklikler yapılması şeklinde varlıkların temel yapıtaşlarında oluşturulup-saklanır.
Yıllardır oturduğunuz evinizde bir değişiklik yapıp, içe doğru açılan bir kapıyı dışa doğru olacak şekilde değiştirdiğinizi düşünün. Bu değişikliği yaptıktan sonra, günlerce o kapıya gelip açmaya çalıştığınızda, kapıyı önce kendinize doğru çekmeye kalkışırsınız, çünkü beyninizdeki hücreler böyle bir otomatik alışkanlık devresi oluşturmuşlardır. Bu alışkanlık devresinin kaldırılıp, yerine yeni bir devre oluşturulması, haftalar sürer. Ama hücreler değişim-dönüşüm içinde olan bir doğada yaşadıklarını bildiklerinden, eski alışkanlıklara dayalı olarak oluşturulmuş otomatik-sabit devreleri de, yeni uygulama sonucu, bu yeni duruma uyacak şekilde düzenlerler.
Özetleyecek olursak, biz insanların bilinci 4-5 faktörü ancak değerlendirip bunları birbirleriyle uyumlu olacak bir sırada işleme koymayı zar-zor becerirken, hücrelerimiz on binlerce faktörü aynı anda değerlendirip, birkaç salise içinde bir sonuca varabilmektedirler. Yani bizlerin tüm işlerini, tüm sorunlarını gerçekte bedenimiz içindeki hücrelerimiz üstlenip, onlar yapmaktadırlar.
Bizlerin bilinci, çevremizdeki gelişimler hakkında en kısa yoldan yeterli bilgi toplamak için oluşturulmuştur. Bu bilgilerin ne kadar uzun vadeli geçerli oldukları, dolayısıyla hücrelerin kalıtsal veri depolarına aktarılıp-aktarılmayacağı, tamamen hücrelerin değerlendirmesine kalmıştır. Bu konuyu zaman ve zamanlama konusu içinde daha ayrıntılı göreceğiz.
Zaman kavramının ne olduğu ne anlama geldiğini üç farklı bakış açısıyla ele alacağız.
►1- Patel (2008)e göre Zaman tanımı:
Sürekli bir değişim-dönüşüm içindeki bir doğada yaşıyoruz. Patel’in (2008, p. 188) vurguladığı üzere: “Tüm varlıklar atomlardan oluşurlar … Ve tüm biyokimyasal olaylarda (bu atomlar) farklı şekilde tekrar dizilirler-düzenlenirler. Bizleri oluşturan bu atomlar bir zamanlar Buddha’ya, Cengiz Han’a vaya Isaac Newton’a aittiler. Görüleceği üzere, zamanla değişen şey, bu atomların dizilim şekilleridir ve bu dizilim şekilleri farklı bilgiler oluştururlar. … Sözün kısası: Hardware’ler değiştirilir, software ise hassaslaştırılır!”
Yani Patel’in (2008) tanımıyla, zaman maddelerin değişik sinyaller (bilgi) verecek şekilde yapısal durumlarının değişikliklere uğramasına bağlı bir göstergedir.
►2-Gedik 2008’de yapılan tanıma göre Zaman:
Geçmişe bir yolculuktan çıkartılacak sonuçlar
1- 100 yıl önceleri TV, bilgisayar, cep-telefonu, vs gibi ürünlerden yoksun yaşıyorduk.
2- 500 yıl önceleri elektrik yoktu, araba, uçak, tren gibi motorlu taşıtlar yoktu ve insanlık bu vasıtaların sunduğu nimetlerden yoksun yaşıyordu. Bu nedenle de, hem insanlığın yaşam standardı, günümüze oranla daha düşüktü; hem de bu işkollarından geçimlerini sağlayan insanların olmaması nedeniyle dünyadaki insan nüfusu daha azdı.
3- 20 000 yıl önceleri kentler yoktu, çanak-çömlek yoktu, tarım ve hayvancılık yoktu. Bu nedenle de, hem insanlığın yaşam standardı çok daha düşüktü; hem de bu işkollarından geçimlerini sağlayan insanların olmaması nedeniyle dünyadaki insan nüfusu çok-çok daha azdı.
4- 2.5 milyon yıl öncelerine gittiğimizde, insan dediğimiz canlıların dünya sahnesinden kaybolduğunu görüyoruz. Ama onun yerine iki ayağı üzerinde yürüyen başka bir canlı bulunuyor: Australopithecus adı verilen bu canlı, insan gibi iki ayağı üzerinde yürümesine rağmen, daha çok bir maymuna benziyor. 6 milyon yıl öncelerine gidildiğinde, bu canlı da kayboluyor ve sahnede sadece maymunlar, omurgalı ve omurgasız diğer hayvanlar kalıyor. 70 milyon sene öncelerine gidildiğinde ise memeli dediğimiz tüm hayvanlar sahneden kayboluyor ve onların yerine dinozorlar denilen başka hayvanlar görülüyorlar.
5- Geçmişe yolculuğa devam ettiğimizde, dünyamızın coğrafik görüntüsünün de sürekli değiştiği görülüyor: Atlantik okyanusu gittikçe küçülüyor, Amerika, Avrupa ve Afrika kıtaları gittikçe birbirlerine yakınlaşıyorlar. Bunun yanı sıra, İsviçre’den Tayland’a kadar olan bütün Alp-Himalaya-Kuşağı ülkeleri haritadan kaybolup, denize gömülmeye başlıyorlar ve onların bulundukları yerlerde, Tetis adı verilen büyük bir okyanus beliriyor.
6- Geçmişe doğru olan bu filmi seyretmeye devam ettiğimizde, 350 milyon yıl önceleri tamamen değişik bir dünya ortaya çıkıyor: Atlantik okyanusu yok, Afrika-Amerika-Avrupa-Hindistan-Avusturalya birbirlerine bitişikler, Asya Avrupa’dan kopmuş ve aralarında büyük okyanus var! Canlılar dünyası da tamamen değişmiş: Dinozorlar da kaybolmuşlar ve kuş, meyve ağaçları gibi hiçbir canlı yok. 450 milyon yıl öncelerine gidildiğinde ise, karalardaki tüm hayatın silindiği ve tüm hayatın denizlere bağlı olduğu görülüyor.
7- Yaklaşık 600 milyon yıl öncelerine gidildiğinde ise, midye, ıstakoz, balık, denizkestanesi gibi tüm iskeletli veya kavkılı hayvanların yok olduğu görülüyor. Onların yerine ise, tamamen yumuşak dokudan oluşan medüz, solucan gibi hayvanlar bulunuyor. 700 milyon yıl öncelerine gidildiğinde “Ediacara canlıları” adı verilen bu hayvanlar da yok oluyorlar ve denizlerdeki hayat sadece bakteri (prokaryot), amip (ökaryot) gibi ilkel canlılara kalıyor. Dünyamızın coğrafik görüntüsünün ise, günümüze benzer hiçbir yönü bulunmuyor.
8- Yaklaşık 3.5 milyar yıl geriye gidildiğinde, ökaryot hücreli tüm varlıkların kaybolduğunu ve sadece prokaryotik bakterilerin bulunduğu bir dünya ile baş-başa kalınıyor. 4 milyar yıl geri gidildiğinde ise, bakterilerin de olmadığı bir dünya var.
9- Bu filmi geçmişe doğru takip ettiğimizde, yaklaşık 5 milyar yıl önceleri, dünyamız ve ait olduğu tüm Güneş sistemi yok oluyor ve onların olduğu yerde çok büyük bir yıldız (süpernova) bulunuyor. Bu büyük yıldız içinde ise, dünyamızı oluşturacak olan C, O, Si, Fe, gibi temel elementler, doğanın daha basit yapıtaşlarından (H ve He elementlerinden) oluşturulmaya çalışılıyor.
10- Bu zamandan daha geriye doğru gidildiğinde, film gittikçe bulanıklaşıyor ve evrenimizin gittikçe büzüştüğü fark edilebiliyor. Bu büzüşme yaklaşık 14 milyar yıl öncesine kadar sürüyor ve o anda küçülebilecek en küçük hacme sıkışmış halde, proton, nötron, elektron gibi sadece atom-altı parçacıklardan ibaret olan bir evrene ulaşılıyor ve film burada bitiyor.
Varlıkların bileşimi ve yapısı sürekli değişiyor. Atom-altı-parçacıklarından başlanıyor (14 milyar öncelerinin Big-bang-evresi); H, He, C, Si, O, Fe gibi basit temel elementlerin oluşum dönemlerine geçiliyor (5-6 milyar yıl öncelerinin yıldız-içi dönemleri); ve son 4-5 milyar yıllık döneminde gezegenlerdeki çeşitli kompleks molekül oluşumları gerçekleşiyor. Daha sonra canlılar aleminin gelişimi başlıyor. Basit prokaryotik bakterilerle başlanıyor ve gittikçe daha gelişmiş karmaşık yapılı olanlara (ökaryot) tek-hücreli ve çok hücrelilere doğru gidiliyor. Bir canlıyı oluşturacak tüm bilgilerin hücrelerin yapısal-dokusal durumlarında depolandığı düşünülünce, bilgi dediğimiz bir şey oluşturma potansiyelinin gittikçe çoğaldığını ve varlıkların yapısal-dokusal özelliklerine işlenerek nesilden nesile korunarak aktarıldığını görüyoruz.
Bilgi potansiyelinin sürekli olarak artıp-geliştiği görülüyor. “Zaman” adını verdiğimiz kavram ise, bilgi düzeylerindeki gelişimlere bağlı olarak gerçekleşen değişim-dönüşümlerin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Tüm varlıklar yapısal dokularına kayıtlı bilgilerle (anizotropiye bağlı enerji farklılıkları), çevredeki değişim-dönüşümleri algılayıp, durumlarını ve şekillerini değiştirmektedirler. Bir çekül veya pusula iğnesi, çevresindeki tüm değişimleri algılar ve onlara göre yönlenir. Bir su damlası çevresindeki tüm değişimleri algılar ve ona göre şekillenir, buhar veya buz olur, vs. Bizler sürekli değişim-dönüşüm içindeki bir doğada yaşıyoruz. Zaman doğadaki bu değişim-dönüşümlerin sonucu olarak oluşur. Değişim-dönüşüm olmazsa, zaman oluşmaz. Doğadaki her şeyin bir resimdeki gibi donmuş olduğunu düşünün, hiçbir şey hareket etmesin ve dönmesin. O zaman ne gün oluşur, ne ay, ne de yıl.
Doğada her şeyin sürekli bir değişim-dönüşüm içinde olması ve zaman kavramının da değişim-dönüşümlerin bir sonucu olması, hayat kavramının anlamını anlamamıza da yarar. Hayat = ömür, ömür ise zamanın bir dilimi olduğundan, hayat, değişim-dönüşüm göstergesi olan zamanın bir dilimi olmakta, doğum ve ölüm ise bu dilimler arası geçiş aşamaları olmaktadır. Herhangi bir şeyin bir başka şeye dönüşmesi varlıklar arası karşılıklı etkileşimler (haberleşme ve rezonansa girme = uzlaşma) ile olduğundan, varlıklar sürekli bir değişim-dönüşüm algılama ve bunlara uygun yeni yapısallaşmalar oluşturma yarışı içindedirler. Bu ise bilgi oluşturma yarışmalarına götürmüş ve doğada bilgi artışı üssel bir gelişme gösterir olmuştur.
►3- Diğer bir yaklaşımla zaman:
Bileşenlerin daha rahat bir duruma ulaşabilmek için kendi aralarında haberleşerek molekül, hücre, beden gibi üst-sistemlerde birleşmeleriyle varlıklar çeşitleniyor. Varlıklar çeşitlendikçe, yeni etkileşim (haberleşme) türleri oluşuyor. Örneğin atomlar birbirleriyle foton denilen elektro-manyetik dalgalarla haberleşirler; moleküller basınç ve sıcaklık dalgalarıyla etkileşirler; hücreler şeker, yağ gibi molekül sinyalleriyle, hayvanlar çeşitli koku, tat, renk gibi daha değişik yöntemlerle birbirleriyle haberleşirler. Bu farklı büyüklükteki varlıkların ortaya çıkış zamanları da farklıdır. Atom-altı-öğeler evrenin taa başlangıcından (yani 14 milyar yıl önceden) beri vardırlar. Dünyamızı oluşturan yüz-küsur kimyasal element (atomlar) yaklaşık yedi milyar yıl önceleri oluşmaya başlamışlardır. Mineral gibi moleküller güneş sistemimizin oluşmasından sonra (yani 4.6 milyar yıldan beri) vardırlar. Hücreler 3.5 milyar yıldan beri, hayvanlar yaklaşık 600 milyon yıldan beri vardırlar.
Her bir varlığı oluşturma bilgisi, o varlığın hangi tür enerji kaynaklarına bağlı olarak gelişebileceği, vs. o varlığın yapısal-dokusal durumunda (genetik bilgi deposunda) kayıt altında tutulur. Ve tüm değişik türlerdeki enerjiler de en temeldeki kuantsal sistemden beslenirler. Bu şekilde çeşitli türlerdeki kuvvet oluşumları arasında bir zamanlama bağı bulunur. Bu zamanlama bağına bağlı olarak, bir yerde hayat önce bakteri gibi prokaryotik canlılarla başlar. Bunların yaydığı sinyallerle amip gibi basit ökaryotik hücreler ortaya çıkarlar. Onların çevreleriyle etkileşimleri sonucu, çok hücreli bitkiler ve hayvanlar vs. ve bu şekilde her yeni oluşan canlı türü, daha öncekilere bağımlı olacak şekilde bir zamanlama sistemiyle doğada yerlerini alırlar.
Bu şekilde hep bir önceki evredeki kuvvet veya enerji türlerine bağımlı olarak gelişen bir zamanlama ve bağımlılık sistemi oluşur. Bu zamanlama sistemi canlıların iç saatlerini oluşturur. Ve bileşenler oluşturdukları üst-sistemi hayatta tutmak, sistem içinde işlerin yolunda gitmesini sağlamak için sürekli çalışıp-çabalamak zorundadırlar, yoksa oluşturdukları sistem dağılır. Bu nedenle hayat varlıklar arasındaki bir dayanıklılık yarışı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Zaman içinde canlıların sayıları ve türleri yeryüzünde değişir; buna göre, bazıları yok olurken, bazıları yeni ortaya çıkar. Bu nedenle beyindeki hücreler, zaman içindeki bu değişimleri de dikkate alıp, değerlendirmeye çalışır.
Sözün kısası, beyinlerimiz (ve bedendeki tüm diğer organlarımız ve onları oluşturan hücrelerimiz) bedenimizin düzgün şekilde işletilmesi, rahat ve tehlikelerden uzak bir yaşam sürmesi için, geceli-gündüzlü çalışmaktadırlar. Onlar için durmak, pasif kalmak söz konusu değildir; çünkü durdukları, pasif kaldıkları anda, ortaklık sistemleri tamamen çöker ve beden ölür. Doğadaki tüm varlıklar için aktif olmak var-olmanın, yaşamanın temelini oluşturur. Bir mineral içindeki tüm atomlar karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşerek, mineralin yüzeylerinin belli açıları, belli uzunlukları olacak şekilde bir araya gelirler; kendilerine gelen bir sinyalin (örn. bir ışık dalgasının veya bir deprem dalgasının) belli yönlerde hızlı, belli yönlerde yavaş ilerlemesine neden olarak, doğadaki enerji dağıtımda kendilerine düşen görevi yerine getirirler. Doğadaki tüm varlıklar sürekli aktif durumdadırlar. Örn. atmosferdeki her molekül, sürekli olarak çevresindeki diğer moleküllerin ısı ve basınç durumlarını dikkate alarak, en düşük değerdekilere doğru hareket eder ve bu şekilde rüzgâr dediğimiz hava akıntıları oluşturarak, yine dünyamızdaki enerji dağılımının düzenlenmesinde rol alırlar. Kütlesi olan her varlık, gravite kuvvetini algılayarak, en büyük kütlelere doğru yönelecek şekilde kendilerini yönlendiriyorlar. Bu şekilde gezegenler ve yıldız sistemleri belirli yörüngelerde dolaşıyorlar, vs.
Anlaşılacağı üzere, sürekli değişim-dönüşüm içinde yaşanılan bir doğa ve dünyada, varlıklar yapısal-dokusal durumlarını değiştirerek bu değişim-dönüşümlere uyumlu hale gelirler. Canlı ile cansız arasındaki fark ise, yapısal-dokusal durumlardaki bu değişim-dönüşümlerin kayıt altına alınıp, aktarılması usulündedir. Cansızlar bunu Si (silisyum) merkezli bir element etrafında toplanmış moleküller sistemiyle yaparlar; canlılar ise C (Karbon) atomunun temelde yer aldığı moleküller sistemiyle yaparlar. Cansızlar aleminde oluşturulabilinecek molekül büyüklüğü SiO2, KAlSi3O8 gibi 3-5 atom (en çok 15-20 atom) civarındayken, canlılar aleminde yüzlerce (hatta binlerce) atomu kapsayacak düzeydedir. Bu nedenle de, oluşturulabilinecek kombinasyon sayısı, yani depolanabilinecek bilgi kapasitesi muazzam artmıştır. Ve tüm bu farklı düzeydeki bilgi oluşumları zaman dediğimiz bir ardalanma ve bağımlılık sistemi içinde olur.
Zaman ve zamanlama faktörünün hücrelerce ne kadar önemli olduğunu bir örnek vererek açıklayalım.
Tüm varlıklar bağımlı oldukları ve kendilerini yakından etkileyecek tüm faktörlerin hangi aralıklarla ve neye bağlı olarak değiştiklerini ve bu faktörlerin nasıl belirlenebileceği gibi konularda bilgi edinmek ve bu bilgileri özenle saklayıp, gelecek nesle aktarmak zorundadırlar. Canlılar alemine ait tüm bilgiler amino-asit dizilimleri olarak DNA veya RNA dediğimiz kalıtsal öğelerde depolanırlar ve nesilden nesile aktarılırlar. Nitekim biyolojik iç saatimiz nedeniyle, yeraltında hiç güneş görmeyen bir mahzende yaşasak bile, yaklaşık 24 saatlik bir düzene göre yatıp-kalkmaya başlarız; aylık döngüler şeklinde menstrüasyonla (adetlerle) karşılaşırız; belli bir yaşta ergenliğe ulaşırız, belli yaşlarda bedenimizin belli yerleri kıllanmaya başlar vs.. Dolayısıyla, canlıların genom dediğimiz kalıtsal bilgi depolarında, geçmiş zamanlarda ortaya çıkmış olan bu önemli ortamsal değişiklik faktörlerinin kayıtları bulunmaktadırlar.
Bu bakış açısıyla konuya yaklaşan ve araştıran bir bilim adamları gurubu (Ding ve diğ. 2006) şaşkınlık yaratacak sonuçlara ulaşmışlardır.
Canlıların çevre faktörlerinden en fazla etkilenen kısımları, “membran” dediğimiz hücre zarı kesimidir, zira dış dünya ile doğrudan karşı-karşıya gelen kesim orasıdır. Bu nedenle hücre zarı proteinlerinin yapısallaşmaları, hücrelerin çevrelerinde gerçekleşen değişim-dönüşümler konusunda önemli ipuçları içerirler.
Ding ve diğ. (2006) paleontolojik verilerden yararlanarak, hangi canlıların yeryüzünde hangi zamanlarda ortaya çıktıklarını dikkate alarak, bu canlı guruplarının günümüzdeki temsilcilerinin “membran proteinleri” (Transmembrane Gene Families) yapısallaşmalarını incelemişler ve birbirleriyle kıyaslamışlardır.
Canlılar aleminde bilgi oluşturma ve aktarmanın, kuantum-sistemi temel ilkelerine göre gerçekleştiğini vurgulamak gerekir. Kuantum sistemlerinde her şey, belli temel yapıtaşlarının (paketçikler şeklinde) üst-üste eklenmeleri şeklinde olmaktadır. Canlılar alemindeki bilgiler de bu sistemle aktarılmaktadır. Canlılar âlemindeki en temel yapıtaşlarını Adenin (A), Thymin (T), Guanin (G) ve Cytosin (C) oluşturur. Bunların 3-lü kombinasyonlarıyla 20 farklı amino-asit paketçiği ortaya çıkar. Bu amino-asitlerinin kombinasyonlarıyla da belli protein-modülleri oluşurlar ve her bir protein modülü, doğadaki belli faktörleri algılayan ve onlarla etkileşim olanağı sağlayan hücre-aygıtları olarak işlev görürler. Dolayısıyla hücreler çevre faktörlerine uyumlarını bu temel protein-modülleri sayısını artırıp-azaltarak gerçekleştirirler.
Yeryüzünde 3.5 milyar yıldan beri canlı çeşitliliği sürekli artıp geliştiğine göre, farklı zamanlarda ortaya çıkan canlı guruplarının genetik yapısallaşmalarında bu farklılıklar kayıt edilmiş olmalıdırlar. Ding ve diğ. (2006) yaptıkları araştırma gerçekten bunu ortaya koymuş olmasından dolayı çok önemlidir, çünkü hem dünyamızdaki oksijen artışı aşamalarının, hem 61-62 milyon yıllık canlı yok-oluşu dönemlerinin farklı “Transmembrane Gene Duplicates” olarak canlıların kalıtsal bilgi depolarında kayıtlı olduklarını istatistiksel değerlerle ortaya koymuşlardır. “Gene duplicates” (gen çoğaltımı) teriminin ne anlama geldiğini anlamak için “transposon” denilen bir başka genetik kavramı anlamak gerekir. Barbara McClintock 1940-50’li yıllardaki çalışmalarında, mısır (Zea mays) bitkisi üzerine yaptığı deneylerde, stres vs. gibi çevre faktörlerindeki değişikliklerin bitkinin genetik kayıtlarında belli özelliklerin tekrarlanması şeklinde etkiler ortaya koyduğunu, belli genlerin kromozomlar üzerinde taşınarak başka noktalara tekrarlanacak şekilde taşındığını ispatlar (1983te de bu buluşu nedeniyle Nobel ödülü alır!). Belli genetik bilgilerin kromozom iplikçikleri üzerinde bir yerden başka bir yere taşınmasında rol alan genetik unsurlara (bir yerden bir başka yere aktarıcı anlamında) transposon adı verilir. Yani hücreler doğada sorunlarla karşılaştıklarında, mevcut eski bilgileri, farklı bilgilerle yeni-kombinasyonlar oluşturacak şekilde başka noktalara aktararak, değişik çözüm formülleri geliştirmeye çalışırlar. Bu şekilde aynı bir gen, birkaç defa tekrarlanmış olur ki, buna gen çoğaltılması anlamında “gene duplicates” veya “gene duplication” adı verilir.
Ding ve diğ. (2006) yaptığı araştırma, hücrelerin çevre koşullarındaki uzun vadeli önemli değişikliklere ait çözüm formüllerini kayıt ettikleri ve nesiller boyu bu bilgileri aktardıklarını göstermesi bakımından son derece ilginçtir.
Görüldüğü üzere, hücreler çok önemli değişim-dönüşüm olaylarını genetik bilgi depolarına aktarıyorlar. Neyin az, neyin çok önemli olduğuna uzun zamana dayalı değerlendirmeler sonucunda karar veriyorlar.
Özet olarak zaman, varlıkların yapısal bileşimlerinin değişimleriyle oluşan bir değişim-dönüşüm göstergesidir. Doğada 90-100 kimyasal element vardır. 5 milyar yıl öncesinin dünyasındaki varlıklar da bu elementlerin kombinasyonlarında oluşuyorlardı, 200 milyon yıl öncelerinin dinozorlar denemi varlıkları da aynı kimyasal elementlerden oluşuyorlardı, günümüz dünyasının insanları ve diğer varlıkları da aynı elementlerden oluşuyorlar. Tek farkları, bu elementlerin faklı kombinasyonlarına göre oluşturulan ve farklı bilgi içeriklerine (anizotropi) sahip olmalarıdır. Bu nedenle de enerji akışı ve kuvvet oluşum mekanizmasını daha ekonomik bir düzeye taşımış olmalarıdır.
Kuantsal enerji paketçikleri zaman içinde değişik kuvvet türleri oluşturacak şekilde farklı kimyasal bileşikler şeklinde değiştiklerinden, her yeni oluşturulan varlık, bu yeni kuvvet türünü (sinyalini, dalgasını, kokusunu, vs.) algılayacak şekilde yeni algılayıcı sistemler (detektörler, duyu organları vs.) oluşturarak, doğadaki değişim-dönüşümlere uyumlu hale gelme yarışı içindedirler. Onun için doğum- ve ölüm döngüsü üzerine oturtulmuş bir hayat sistemi vardır.
Atalarımız ise zamanı, doğa-ve dünyanın yapıcısı ve sahibi olduğunu düşündükleri harici, ebedi ve değişmez bir varlığın ömrüne endeksli bir sonsuzluk olarak yorumlamışlardır ve hep bu şekliyle aktarıla gelinmiştir. Doğa bilimlerindeki yeni araştırmalar ise, doğa ve dünyanın sahibi ve oluşturucularının varlıkların bizzat kendileri olduğunu ortaya koymuştur. Maddenin en küçük parçacıklarından başlanılarak, tüm varlıkların karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşerek (information & self-organisation), yani kendi güç veya değer yargılarını çevrelerine yayıp, çevreden yayılan diğer güç ve değer yargılarını da algılayarak, karşılıklı bir uyum ve anlaşma içinde doğa ve dünyamızı oluşturdukları son asırdaki doğa bilimsel araştırmalarla ispatlanmıştır.
Atalarımızın hayatın neden doğum-ölüm döngüsüne dayalı olduğunu anlayamadıkları ve zamanı bir ebediyet olarak tasarladıkları aşağılarda açıklanacaktır.
Önce yaşanılmış örnek vererek, duygu oluşumunun çevre faktörleriyle nasıl etkilendiğini gösterelim.
►1- Çocukluğunun hatırlanmayan döneminde bir köpek saldırısına uğrayan bir adamın, sol kulağı yırtılır, kolunda ve göğsünde yaralar oluşur. Bunu sonucu tüm gençliğinde köpeklerden kaçar. Evlendikten sonra çocukları olur ve çocuklar eve bir köpek almak isterler ve adam çocuklarının arzusunu yerine getirmek istemektedir. Bunu üzerine adam bir ruh doktoruna gidip çözüm arar. Doktor muayenesinde, adamın köpek gördüğünde kalbinin patlarcasına attığını, soğuk terler döktüğünü saptar. Daha önce ilaçla bu korku yatıştırılmaya çalışılmıştır, ama ilaç sadece adamın duygularını sakinleştirmeye-uyuşturmaya yaramaktadır. İlaç etkisi kalkınca, aynı korku devam etmektedir.
Olay kişinin çocukluğunun hatırlanmadığı dönemde gerçekleşmiş olduğundan, kişi olayı hiç hatırlamamakta, ancak ebeveynleri böyle bir olay olduğunu ona sonradan söylemiş olduklarından, geçmişinde böyle bir olay geçmiş olduğu bilgisine sahiptir. Dolayısıyla olayın kayıtları sadece bilinçaltına yerleşmiştir, yani kişinin beynindeki amigdala bölgesi her köpek gördüğünde “kaç veya savaş” sinyali vermektedir. Beynimizin bu tutumu, bizleri tehlikelerden korumak için oluşturulmuş kalıtsal bir davranış devresidir.
Doktor adama bir beynin nasıl çalıştığını, belli beyin kesimlerinin belli beden kesimlerinin düzgün çalışması için neler yaptıklarını, beynin tüm amacının bedeni korumak ve kollamak olduğunu, vs. anlatır. Bu anlamda, korku mekanizmasının bedenin gelecek sefere belli şeylerden kaçması-korunmasına yönelik bir savunma sistemi olduğunu açıklar ve kişinin kendi kendine sürekli olarak şu telkini yapmasını tavsiye eder: Beynindeki amigdalaya hitaben “Beni korumaya çalıştığını biliyorum. Bu şeyin tehlikeli olduğunu belirtmeye çalışıyorsun. Çocuklarım küçük bir köpek alacaklar. Bu küçük köpek zararsız bir hayvan. Ondan korkmam gerekmez. Artık Sen (amigdala) rahat ol ve bu konuda tehlike sinyalleri verme.” Bunları sık sık söyleyip, amygdalanın sakinleşmesini bekleyecek!” Birkaç hafta (ay) süreyle bu telkinleri kendisine yapan adam 6 ay sonra evine köpek alır (Siegel 1999, s 250).
►2- İngiltere’de bir kadında muz fobisi olduğu görülür. Nedeni araştırıldığında, küçüklüğünde kardeşinin muziplik olsun diye yatağına muz koyduğu ve kızın da yatağa girdiğinde, bedenine değen bu soğuk şeyi, yatağına girmiş bir hayvan sanıp çok büyük bir korku yaşadığı ortaya çıkmıştır. Yatağına girip uyumak isteyen bir çocuğun, yorganın altında beklenilmeyen soğuk bir nesneyle karşılaşmasının yarattığı “tehlike” sinyalini, yatağa saklanmış bir muz koçanı ile birlikte gören bir çocuk, gelecek hayatında her muz görüşünde korkuya kapılabilir. Çünkü beyindeki hücreler, beden için nelerin yararlı, nelerin zararlı olabileceği konusunda sürekli şekilde veri toplar ve bunlar arasında ilişki kurmaya çalışırlar. Böyle bir ilişkiyi kurmaya çalışan hücreler, “korkulacak” faktörler saptaması işleminde, hatalı bir değerlendirme yapıp, muzu bu kategoriye aldılarsa, artık o çocuk her muz gördüğünde korkuya kapılmaya başlar. Yılandan, ölümden, vs.den korkacak şekilde davranışlar da bu şekilde oluşurlar.
Görüldüğü üzere, beyindeki hücreler, kendi değerlendirmelerine göre bedeni korumaya çabalamaktadırlar. Milyarlarca yıllık geçmiş zaman bilgilerinden yararlanarak, kaçılması gereken durumlarda korku sinyali devreleri oluşturarak sahip oldukları bedeni güven altına almayı temel görev bilmektedir. Hücreselliğimizi ve onların bizleri nasıl sahiplendiklerini bilirsek, onlarla etkileşime geçerek, daha rahat ve huzurlu yaşanacak şekilde onların davranışlarında değişiklikler yapabiliriz.
Doğa ve dünya sürekli değişim-dönüşüm içinde olduğundan, şuur ve duygu dediğimiz zihinsel değerlendirme yeteneğimiz, sabit değil, sürekli değişken olmak, her gün ve her nesil yeniden doğa ve dünya koşullarını analiz edecek şekilde yapısallaşmaya uğramak zorundadır.
Beyin bedenin hem kendi iç bileşenleriyle, hem de çevresiyle arasındaki ilişkileri düzenler. Çevresindeki varlıkları temsil edecek şekilde beyin hücreleri arasında bağlantılar (simgeler) oluşturur. (Bir ressam beyninde oluşturduğu simgelere dayanarak resim yapar; hatta kör insanlar bile, duydukları seslere dayanarak oluşturdukları simgeler yardımıyla resim yapabilmektedir.) Beyinde bu simgeler çalıştırıldığında ve başka simgelerle ilişkilendirildiğinde ise, o varlıkla olan ilişkileri düzenleyici bilgiler işlenmiş olur (Pinker 1997, Eggermont 1998). Çevresindeki bir insanın çocuğa bakışından çıkarılan sinyallerle veyahut çocuğun, anlatılan bir hikâyede işittiği sinyallerle beyne ulaşan enerji ve enformasyon, nöronların bu sinyallere uygun olacak şekilde birbirleriyle bağlantı oluşturmalarını sağlar. Çocuk bağımlı-bağlantılı olduğu kişilerle sinyal alış-verişlerinde bulunurken, çocuğun beynindeki nöronlar arası bağlantılar öylesine değiştirilir ki, çocuğun beyninden alınıp verilen sinyallerle, karşısındaki insanın beyninden gönderilip-alınan sinyaller “attunement” denilen birbirleriyle tam çakışabilir olsunlar. Bu şekilde çocukla çevresi arasında, karşılıklı rezonans sağlayıcı sinir devreleri oluşturulmaya başlanır.
Bilgi işleme ve yorum oluşturma işlevi, nöronların ilgili hücrelere farklı özelliklerde (amplitüd, dalga boyu, frekans. vs.) elektrik sinyalleri göndermeleri şeklinde gerçekleşir. Yani bizlerin radyo dalgalarının amplitüd, frekans ve dalga boylarında değişiklikler yaparak karşılıklı haberleşme yapmamızdaki aynı prensip, hücrelerimiz tarafından da aynen uygulanmaktadır (Perner, 1991; Eggermont, 1998).
Bir gelecek tahmin makinesi olarak beyin, aldığı verileri çok dikkatle değerlendirmek ve en olası öneriyi oluşturmak zorundadır. Bunun için hem güncel verileri, hem de geçmişe ait tüm kayıtları dikkate alır (Trevarthen 1996). Bu işlemler için bilgi ve enerji akışından yararlanır. Geçmişe ait bilgiler ve enerjiler geçmişte oluşturulan yapısallaşmaların yapı ve dokularında kayıt altına alınmışlardır. Her yapısallaşma bu nedenle kendine has bir sinyale sahiptir ve diğer varlıklar o yapıyı bu sinyaliyle tanırlar. Beyin de, çevresinde oluşan yeni yapısallaşmaları çözmeye çalışarak, onların ne tür enerji ve bilgi içerdiklerini ve onlardan nasıl etkileneceğini hesaplamaya çalışır. Şuur dediğimiz canlılık özelliği, bilgi ve enerji akışına bağlı olarak, doğada ne tür yeni enerji-depolanma sistemleri oluştuğunu saptamaya yönelik bir bilgi oluşturma yöntemidir.
Doğadaki tüm varlıklar arasında var olan karşılıklı bağımlılık, ebeveyn-çocuk ilişkilerinde de vardır. Ebeveynler nesillerinin devamı için çocuklara, çocuklar da, hayatta kalabilmeleri için ebeveynlerine muhtaçtırlar. Bağımlılık çocuk ana karnındayken başlar, çünkü tüm gereksinimleri ana karnındaki koşullara bağlıdır. Bu nedenle annelerin hamilelik döneminde yaşadıkları ve duyguları çocuğun gelişiminde etkilidirler.
Çocuk doğduktan sonraki dönemde yine ana-babaya çok bağımlıdır, çünkü tüm gereksinimlerini onlar karşılamaktadır. Beyin dediğimiz işletim sistemi, çocuğun nelere birinci derecede bağımlı olduğunu araştırarak, çocuğun geleceğini planlayan bir yapısal unsur olduğundan, çocuğun beynindeki hücreler bağlantılarını buna göre yapmak zorundadırlar. Bu nedenle çocuklar hep ana-babalarının tüm davranışlarını takip eder, kullandığı dili ve her türlü mimik ve diğer davranışlarını aynen kopyalar.
Duygu oluşumu çevreden gelen sinyallerin yorumuna bağlı olarak geliştiğinden, ana-babaların olay yorumlamada çocuklara verdikleri ilk bilgiler çok önemli olurlar. Hücreler doğadaki her yeni oluşan bir varlık hakkında beyinlerde bu yeni varlığı tanımlayıcı bir tasavvur, bir imaj oluştururlar. Atalarımızın beyinlerinde bilgisayar, TV, vs. gibi imajlar yokken, günümüz insanlarının beyinlerinde bu tür varlıkları tasarlayıcı sinir hücreleri bağlantıları ve bu bağlantılarda kullanılan yeni protein türleri oluşturulmuştur. Bu yeni protein türleri, daha önceleri hiç oluşturulmamış yeni kombinasyonlar olmak zorundadırlar, zira eski kombinasyonların her biri, daha önceleri var olan bir varlığın tanımında kullanılmış ve hala da o tanımıyla kullanılmak üzere genetik veriler deposunda tutulmaktadırlar. Bu şekilde gittikçe çeşitlenen ve karmaşıklaşan bir doğal enformasyon işleme ağı ortaya çıkmaktadır. Yeni oluşturulan her tasavvurun (imajın) hangi tür duygularla ilişkili olacağı, beyindeki bilgi-işlem sisteminin doğru veya yanlış oluşturulmasında önem taşır.
Duygu oluşumu, çocuğun hem doğayla kendi ilişkilerine dayalı (yani çevresinden gelen sinyallere), hem de diğer insanlardan (özellikle de ana-babasından) aldığı yönlendirmelere bağlı olarak geliştiğinden, bir insanın beynindeki bilgi-işlem sistemi, tamamen karşılıklı etkileşimlere dayalı bir oluşum olarak karşımıza çıkar. Duygu oluşumu hem hücrelerin genetik bilgi depolarındaki eski veriler, hem de çocuğun çevresindeki insanlardan çocuğa empoze edilen verilere göre oluşturulduğundan, kalıtsal verilerle uyuşmayan her türlü veri, duygusal bozukluklara ve çeşitli ruhsal hastalıklar yol açar.
Duygu oluşumunda çevreden gelen bir sinyalden etkilenme-uyarılma derecesi ve bu sinyale verilen önem temel etkileyicilerdir. Bazı insan bir olaydan az etkilenirken, bazıları çok etkilenebilmektedir. Etkilenme derecesi, kısmen kişinin geçmişindeki olaylarla bağlantılıdır. Çocukluğunda bir kedi tarafından tırmıklanan bir çocuk bir kedi gördüğünde aşırı etkilenebilirken, böyle bir travma geçirmemiş olan hiç etkilenmez.
Duygu oluşumu, çevrede algılanan bir varlığın “iyi veya yararlı mı” kötü veya zararlı mı?” sorusuna yanıt aramakla başlar. Çocuk bu değerlendirmeyi, ya çevresinde güvendiği kişilerden aldığı sinyallerden yararlanarak, ya da kendisi o varlığı inceleyerek yapar. Elbette kalıtsal bilgiler olarak kendisine aktarılmış bilgilerden de çok yararlanır. Örneğin çoğu maddelerin acı, tuzlu, tatlı, ekşi gibi tatları vardır ve bunlar genetik olarak bizlere miras kalmış bilgilerdir. Örn. keskin acı tadı veren bir maddenin kötü (zehirli) olması olasılığı yüksektir. İlk defa gördüğü bir nesne karşısında çocuğun duyu organları harekete geçer ve beyinde alarm verilir: “Dikkat et, burada yeni bir şey var ve bu tehlikeli bir şey!” Bunun üzerine, beyindeki “değer ölçme sistemi” harekete geçer ve görülen varlığın ne kadar tehlikeli olduğu konusunda bir değer yargısı oluşturur. O değere göre varlıktan uzaklaşacak şekilde beyindeki enerji akışı yönlendirilir ve gerekli sinaps bağlantıları yapılır.
Duygu oluşumunun ilerleyen safhalarında, çevreden algılanan sinyaller sınıflamaya tabi tutulurlar ve algılanan şeyler kategorilere ayrılırlar. Duygu sistemlerinde oluşturulan bu kategorileştirme, öylesine genetik kayıtlara işlenmiştir ki, birbirlerine çok uzak toplumlardaki insanlar bile, aynı tip duygu kategorileri gösterebilirler. Örn. şekilde gösterilen yüz ifadeleri her toplumda aynı duyguyu ifade ederler.
Şekil 26: Bazı yüz ifadeleri tanımı genetik kodlamalara işlenmiş olduğundan, tüm toplumlarda aynı anlamda kullanılırlar.
Farelerin kedilerden korkması, insanların yılanlardan korkması, vs. de genlere işlenmiş duygu kategorilerindendirler.
(Verilerin sınıflandırılması şu şekilde de olmaktadır. Büyük azı dişleri ve yırtıcı pençeleri ile bir hayvanı parçalayan bir canlı “yırtıcı hayvan” olarak tanımlanır ve aynı özeliklere sahip diğer hayvanlar da aynı kategoriye konulur. Bu şekilde aslan, kaplan, kedi, vs yırtıcı hayvanlar gibi bir sınıfa konulmuş olunur. Buna benzer şekilde çevrede görülen her şey ortak yönleri dikkate alınarak, ot yiyici, et yiyici, sürüngen, kuş, taş, toprak, mineral, vs. şeklinde sınıflamalara ayrılır ve her bir kategoriyi beyinde simgesel olarak canlandıracak nöronsal örgütlenmeler yapılır. Bu nöronsal bağlantılar işletildiğinde, o kavramlar beyinde canlandırılır.)
İnsanların birbirlerini karşılıklı olarak anlayamamalarının temelinde, kişilerin dış dünyayı farklı bakış açılarıyla görüp, beyinlerinde farklı algılama ve değer yargısı oluşturmalarından kaynaklanır. Bazı insanlar dış dünyayı daha çok sol beyin değerlendirmesini ön planda tutarak yaparlar, bu durumda kişi yargılarını daha çok sayısal-sözel bakış açısından (yani daha çok realist gözüyle) oluşturur. Bazı insanlar sağ beyin değerlendirmesini ön planda tutar, bu durumda kişi duygusal olarak olaylara yaklaşır. Örn. Bir kız çocuğunun okuldaki sosyal davranışları çok bozuktur, çevresindekilerle hep sürtüşür, kavga eder, anlaşmaz. Doktor olayın nedenini araştırdığında, çocuğun 3.5 yaşına kadar büyük bir göz bozukluğu içinde yaşadığı ve ancak bu yaştan sonra uygun bir gözlük takılması sonucu çocuğun çevresini düzgün görebildiğini öğrenir. Dolayısıyla karşılıklı etkileşimlerle yüz ifadelerinin okunması yeteneğinin çocuğun beyninde gelişmemiş olduğunu saptar. Bu yönde yetenek kazandırmaya yönelik tedavi uygulanarak, çocuğun davranışı düzeltilir (Siegel 1999).
Hücrelerimiz bizlerin bilinç sistemimizle oluşturacağımız verilerden çok etkilenmektedirler. Dolayısıyla bizler bir şeyi veya olayı olumlu-yararlı olarak değerlendiriyorsak, hücrelerimiz de buna uygun davranış içine giriyorlar, olumsuz-zararlı görüyorsak, onlar da öyle davranıyorlar. Bunu yukarıdaki bölümlerde gördük. Şimdi birkaç örnek vererek “placebo = yararlı olacak” “nocebo = zararlı olacak” yönlendirmesinin ne kadar etkili olduğunu gösterelim.
Tıpta bir ilacın ne kadar etkili olduğunu anlamak için yapılan deneylerde, hastalara denemesi yapılan bir ilaç yanında başka bir madde daha verilir. Ve her birinin hastaya yararlı olacağı söylenir. 1. ilaç, denenen ilaçtır. 2. ilaç ise plasebo adı verilen zararsız bir maddedir. Deney sonunda genellikle her iki maddeyi alanlar da, ilacın hastalıklarına iyi geldiğini söylerler. İstatistiksel olarak yapılan değerlendirmede denenen ilaç, plasebo maddesinden daha etkili ise, ilaç işe yarıyor demektir.
Burada vurgulanmak istenen olay şudur. Herhangi bir maddeyi bir insanın bir derdine iyi gelecek diye ona verirseniz (plasebo), ve o insan size inanıyorsa, madde kesinlikle kişide yararlı bir etki bırakacaktır.
Tersi durumda bir madde sağlığa zararlı (nosebo) olarak tanıtılıyorsa, kişi o maddeyi aldığında hastalanacaktır.
Şimdi buna ait bazı yaşanan örnekler verelim.
► 1- Şu olay Türkiye’de 1970’li yılların sonlarında yaşanmıştır. Çorum yakınlarındaki bir MTA kampında çalışanlardan bir grup, arazi çalışmaları sırasında bir tavşan yakalar. Akşam kampa döndüklerinde tavşanı aşçıya verip, pişirmelerini isterler. Yemek zamanı, diğer elemanların da katılımıyla, masaya oturulur ve tavşanlı yemek dahil, yemekler yenilir. Kampta çalışanlardan biri Alevi-inançlı bir kişidir ve onun inancına göre, tavşan eti tabu sayılır. Yemekten sonra, bu alevi vatandaşa, etli yemeği beğenip-beğenmediği sorulur. O da çok beğendiğini söyler. Bunun üzerine, kamptakilerden biri, yediği etin tavşan eti olduğunu söyler. Bunu duyan adamın birden bire benzi solar ve midesine kramplar girmeye başlar. Adamı alıp aceleyle Çorum hastanesine kaldırırlar ve midesini yıkatarak, hayatını kurtarırlar.
► 2- Aşağıdaki paragraflar Frazer’in(1890) “Altın Dal, Dinin ve Folklorun Kökleri” adlı eserinden alıntılardır:
“Mikado'nun (kutsal kral) yemeğinin her gün yeni kaplarda pişirildiğini ve yeni tabaklarda verildiğini görmüştük; hem kaplar hem de tabaklar, bir kez kullanıldıktan sonra kırılabilsin ya da atılabilsin diye adi topraktan yapılırdı. Bir başka kimse yemeğini bu kutsal tabaklardan yiyecek olursa ağzının ve boğazının şişeceğine ve tutuşacağına inanıldığı için bunlar genellikle kırılırdı.....”
... Yeni Zelandalı, yüksek rütbeli ve çok saygın bir başkan, yemeğinin artıklarını ortalıkta bırakmış. Başkan oradan ayrıldıktan sonra oraya gelen güçlü-kuvvetli, aç bir köle henüz bitirilmemiş yemeği görmüş ve sorgu sual etmeden yiyip bitirmiş. İşini henüz bitirmiş ki, kenarda dehşetten donup kalmış onu seyreden biri, yediği yiyeceğin başkanın yiyeceği olduğunu haber vermiş ona.
"Zavallıyı iyi tanıyordum. Cesarette üstüne yoktu, kabile savaşlarında kendine bir ad yapmış bir kişiydi... öldürücü haberi işitir işitmez, akıl almaz titremelere yakalandı, midesine kramp girdi ve bunlar aynı gün batımında ölünceye kadar dinmedi. Güçlü bir adamdı, yaşamının en güzel dönemindeydi."
► 3 - Olasılık hesapları kavramının oluşturulmasında öncülük yapanlardan Abraham De Moivre’ın ölümünü önceden hesaplayıp duyurması, yönlendirmenin ve inanmanın ne kadar önemli olduğunu gösteren en önemli örneklerden biridir. De Moivre hayatının son aylarında her gece 15 dakika daha uzun uyuduğunu fark eder. Olasılık hesabı uzmanı olarak hemen şöyle bir hesaplama yapar: Her gün 15 dakika daha uzun uyuduğuma göre, belli bir zaman sonra 24 saatlik sürecin sonunda artık uyanmamam ve o gün ölmüş olmam gerekecek. Hesapladığı tarih 27 Kasım 1754tür. Ve o gün ölmüştür.
“Nazar değmesi” dediğimiz olay, falcılık, vs. de yine hücrelerin yönlendirilmesi olaylarıdır. Kişiler, hücrelerine böyle bir yönlendirmede bulunduğu için, hücreler bu yönlendirmeye uygun davranarak, olayın o yönde gelişmesini sağlarlar. Yine benzer şekilde, dualar, okuma-üfleme eylemleri vs. hücre yönlendirilmelerinin birer sonucudurlar.
— Oluşturdukları bedenlerde neden ağrı, sızı gibi rahatsız edici durumlar oluşturuyorlar?
— Neden Kanserojen Olup, Yaptıkları Bedenleri Tekrar Yok Ediyorlar?
Bu soruları yanıtlamadan önce, sizlerin kendinize şu soruyu sormanızı istiyorum: Beynimizdeki 100 milyar hücrenin her biri, yaklaşık 40-50 bin farklı faktörü dikkate alıp- değerlendiriyor, çeşitli olasılık hesapları yapıyor ve ulaştığı sonucu diğer bir sinir hücresine aktararak, beynin bir karara varmasına çalışıyor. Acaba bu hücre hangi 50 bin faktörü değerlendiriyor? Bunu cevaplamaya çalışırken, hücrelerimizin 3.5 milyar yıllık geçmiş tarihlerinde hangi aşamalardan geçerek, ne tür faktörlerden etkilendiklerini hatırlamanızın yararlı olacağını hatırlatmak isterim.
Sürekli değişim-dönüşüm içindeki bir doğada yaşıyoruz. Yani doğa ve dünyamız dinamik bir sistemdir ve dinamik sistemler teorisi ilkelerine göre düzenlenmektedir. Bu ilkeler ise, salınımcılar dediğimiz temel canlıların, daha rahat bir duruma ulaşmak için oluşturdukları ortaklık prensipleridir. Bedenlerimiz de, bu temel prensip uyarınca hücrelerimizin oluşturdukları ortaklık sistemleridir. Acı duyma diye bir uyarı sisteminin olmadığı bir beden düşünün. Hücrelerin ortaklık sistemi olan bir bedende bir yara açıldı ve hücrelerin ihtiyacı olan maddeleri taşımaya yarayan kan dışarı akıyor. Akma durdurulmazsa, kan kaybından ortaklık tamamen çökecek. İşte bu gibi bir duruma karşı, hücreler ortaklık sistemlerini acı duygusu ile donatmıştır ki, acının olduğu yerde bir sorun olduğu anlaşılsın ve yara sarılarak kan akımı durdurulsun!
Doğadaki değişim-dönüşümler rastgele veyahut önceden belirlenmiş bir tarzda değil, tamamen olasılık hesaplarına göre gerçekleştiğinden varlıklar, nelerin nelere dönüşebileceğinin hesaplamalarını yapacak şekilde bilgi oluşturmaya ve bu bilgileri depolayıp, gelecek nesillere aktarma çabası içindedirler. Bu nedenledir ki, dinamik sistemler teorisinin temel ilkelerinden biri, maksimum enformasyon prensibidir (MİP). Bu nedenle bilgi eksponansiyel (üssel) şekilde artmaktadır.
Her şey sürekli bir değişim-dönüşüme uğramak zorunda olduğundan, tüm varlıklar arasında tavuk-yumurta döngüsü sistemi geçerlidir. Bu döngü sisteminde, bilgiler hep alt-sistemlerin yapısal-dokusal durumlarına yansıtılarak kayıt altına alınırlar. Bunun sonucu, alt sistemlerin yapı-ve-dokuları zaman içinde sürekli değişime uğrar.
Bedenlerimiz hücrelerimiz tarafından yukarıdaki ilkelere uyacak tarzda oluşturulurlar. Bu tarz oluşumlarda, bedenlerin çevredeki koşullara uyum derecesi en önemli kriterdir.
Şeki 27: Hücreler arası anayasa ilkeleri.
Bedenler, hücrelerin oluşturdukları ortak yaşam sistemleridir ve çok kesin ortaklık ilkeleri bulunur. Bu ortaklık sisteminde hücreler belli alanlarda uzmanlaşıp, o alanda bir hizmet üretirler. Bu şekilde çeşitli organlar ortaya çıkar.
Ortaklığın ilkelerinden en önemlileri şunlardır:
(a): Bir hücrenin sunduğu hizmete çevresindekilerden (A, B, C) istek geliyorsa, o hücre yaşamına devam edecektir.
(b): Bir hücrenin sunduğu hizmete normalin (A, B, C) dışında (F,G)’lerden de istek geliyorsa, o hücre çoğalacaktır. (İdman yaparak belli kasların geliştirilmesi gibi)
(c): Bir hücrenin sunduğu hizmete normalin (A, B, C) dışında (D,E) gibi başka hücrelerden yeni görevler isteniyorsa, o hücre o görevleri yerine getirecek şekilde değişime uğrayıp, o yeni görevi yapacak şekle dönüşecektir. (Bir organın kaza sonucu yok olması durumunda, organın görevlerinin başka hücrelerce devralınması ve yerine getirilmesi gibi).
(d): Bir hücrenin sunduğu hizmete başka hiçbir hücre ihtiyaç duymuyorsa, o hücreye bedende artık ihtiyaç kalmadığından, hücrenin intihar (apoptoz kuralı) etmesi gerekir. (Uzaya gönderilen ilk astronotlar bir deri-bir kemik olarak dünyaya geri dönmüşlerdir. Çünkü uzayda yer-çekimi-kuvvetinin azalması-hatta hiç olmaması nedeniyle, bacaklardaki kas hücrelerine hiç görev düşmez, astronotlar en ufak zıplamada başlarını tavana çarparlar. Bunun sonucu, kendilerine görev düşmeyen kas hücreleri intihar etmeye başlarlar. Bu olayın fark edilmesinden sonra, uydulara çok çeşitli spor aletleri konarak, hücrelere ihtiyaç duyulduğu mesajı verilmeye başlanılmıştır.)
Bedenlerimizdeki hücreler, bu ortaklık ilkeleri haricinde, diğer tüm canlı + cansız varlıkların da uymak zorunda oldukları dinamik sistemler yasalarına da uygun davranmak zorundadırlar. Dinamik sistemlerde her şey atom-molekül gibi küçük yaptaşlarının ortaklıkarından oluşurlar ve herhangi bir yeni şey oluşturma bilgisi de bu temel-yapı-taşlarında depolanıp, gelecek kuşaklara aktarılırlar. Örneğin bir bitki veya hayvan bedeni oluşturma bilgisi, o bitkinin tohumlarında, veyahut hayvanın yumurtalarında (+spermlerinde) bulunurlar. Atom, molekül gibi küçük öğelerin hücre, beden gibi üst-sistemler oluşturmalarının temel nedeni ise, rahatlama dürtüsüdür. Rahatlama dürtüsü nedeniyle, tüm varlıklar çevrelerindeki değişim-dönüşümlere uyumlu olacak şekilde yapısal durumlarını değiştirirler. Bu değiştirmeler hep çevredeki diğer varlıklarda gerçekleşen değişim-dönüşümler dikkate alınarak yapılır. Onun için tüm varlıklar arasında karşılıklı bağımlılık (circular causality) denilen bir ilişki vardır. Bu karşılıklı ilişki sistemi içinde, varlıklar kendilerine doğada yeni oluşmuş nesneleri bir hedef olarak seçip, o varlıktan (onun sahip olduğu enerjiden, vs) yararlanmayı planlayarak başlarlar. Bu duruma dinamik sistemler teorisinde atraktor (hedef, çekim noktası) oluşturma denilir. Diyelim ki bu çekim noktası, ağaçlardaki meyvelerden yararlanmak olarak belirlendi ve bu hedefi belirleyen de, o zamana dek yeryüzündeki bitkilerle beslenen bir sürüngendi. Tüm bilgiler varlıkların bileşenlerinde depolandığından, böyle bir hedef belirleyen asıl öğeler, o sürüngenin hücreleridir. Bu durumda, bu sürüngenin hücreleri yeni bir beden tasarımı amaçlayan ve bu nedenle de yeni bilgiler oluşturmak zorunda olan varlıklar olmuş olurlar. Sürüngenin bedenindeki hücreler arasında, o zamana kadar, koşmaya ağırlık veren bir düzen-ölçütü vardı. Yani bedenin oluşumunda hücreler ortaklık ilkesi olarak bu amaca (hedefe) öncelik verecek şekilde hücrelerdeki moleküllerin yapısallaşmalarını ayarlamışlardı. Şimdi amaç veya hedefin, ağaçların tepelerindeki meyvelere ulaşmak ve onlardan beslenmek olarak değiştirilmesi gerekince, temel bileşenlerin yapısal-dokusal durumlarında değişiklikler yapılarak, bu hedefe ulaşılacak bir beden yapısallaşması sağlanmasına çalışılır.
Meyveli ağaçların ortaya çıkmasıyla hedef değişikliği oluşması, hücrelerin genetik bilgi depolarındaki kayıtlarda yukarıda sıralanan ilkelerde gerekli değişikliklerin yapılarak, yeni bir düzen-ölçütünün (yani zıplayıp-uçabilecek bir beden tasarımının) geçerli olduğu yeni bir beden tasarımı başlatılır. Her yeni beden yeni bir üst-sistem oluşturma eylemidir. Bu üst-sistemde geçerli olacak ortaklık ilkelerine o sistemin düzen-ölçütü denir ve yukarıda özetlenen dinamik sistemler fiziği ilkelerine göre gerçekleştirilir.
Bedenlerimizin tasarımcıları ve bakımcıları olan hücrelerimiz böylesine karmaşık bir karşılıklı ortaklık ilişkisi içindedirler. Böylesine zor ve yoğun emek ürünü olarak bedenlerimizi oluşturan hücreler, nasıl oluyor da, kanserojen olup, binbir emekle oluşturdukları bu bedenleri yıkmaya-dağıtmaya koyulabiliyorlar?
Kanser oluşumlarının vücutta genellikle “kronik yankı veya ateşlenme” bulunan noktalarda oluştukları ve yara-iyileştirme olayı ile kanser oluşumu arasında çok yakın benzerlikler olduğu saptanmıştır (Schäfer & Werner 2008). Bunun ne anlama geldiğini açıklamak için yaygın kanser türleri oluşumuna bir göz atalım.
1- Stres, bedendeki hücreler arasında uyumsuzluk yaratır; uyumsuzluk hücreler arası çatışma demektir, çünkü heat-shock-protein (HSP) denilen ateşlenme ürünleri oluşumuna yol açarlar. Dolayısıyla stres kanserojen etki oluşturur.
2- Kullanılmayan organların hücreleri, hücre-ortaklığı ilkeleri gereği intihar etmek mecburiyetindedirler. Genetik yapıları uyarınca kendileri verilecek bir görev yapmaya hazır olmalarına rağmen, insanların doğal sistem kurallarını dikkate almayan hayat tarzları ve görüşleri nedeniyle, kendilerine görev verilmediği için intihar etmek zorunda kalan hücreler, isyan edebilirler ve kanserojen olmaya zorlanırlar. (Meme kanserinin daha çok emzirme yapmayan kadınlarda yaygın olması, posalı yiyecekler yerine posasız yiyeceklere ağırlık veren insanlarda kolon kanserinin yaygın olması, vs bu türdendirler).
3- Karaciğer kanserleri genellikle kronik viral hepatitis sonucu;
4- Mide kanserleri genellikle Helicobacter pylori tarafından oluşturulan mide yankılanmaları sonucunda;
5- Bağırsak kanserleri, bağırsaklardaki iltihaplanmalar-yankılanmalar sonucunda;
6- Akciğer kanseri, akciğerde depolana sigara-artıklarının (veya başka tür zerreciklerin) oluşturdukları yankılanmalar sonucunda;
7- Radyasyona bağlı kanserler, hücrelerin genetik dokularında zararlı ışınların oluşturdukları bozulmaları tamir etme çabaları sonucu oluşan kronik yankılanmalar sonucunda;
8- Vs.
oluşmaktadırlar.
Kısacası, kanser dediğimiz olay, aslında bedendeki hücrelerin, beden içinde ortaya çıkan bir rahatsızlığı düzeltmeye çabalamaları; ancak başarı sağlayamadıklarında, mevcut yapısallaşmadan (ortaklıktan) umutlarını keserek, yeniden daha iyi bir beden oluşturulması amacıyla sistemin (ortaklığın) dağıtılması anlamına gelmektedir. Bunu daha iyi anlatmak için toplumsal hayattan bir örnek verelim. Bir toplumda insanlar ellerinden geldiğince çalışıp-çabalıyorlar, rahat ve huzurlu bir yaşam ortamı oluşturmaya gayret ediyorlar. Ama bürokrasi-çarkı veya tepedekiler halktan alınan vergileri, sürekli kendi çıkarları uğruna harcıyorlar ve halk bunu fark ediyor. Şikâyetler, düzeltme girişimleri olumlu bir sonuç vermeyince, halk yönetime isyan ediyor ve devlete başkaldırıyor.
İşte bedendeki kanser olayı, hücreler açısından böyle bir durumdur. Binbir emekle ve milyarlarca yıllık deneme-yanılma çabaları sonucu oluşturdukları bilgilere uygun olarak oluşturdukları beden ortaklığında, işler yolunda gitmezse, o ortaklığın sona erdirilmesi için ortaklığın bozulması olayıdır.
Yani hücrelerimiz, oluşturdukları bedende işlerin yolunda gitmesi için dur-durak bilmeden, geçeli-gündüzlü çalışıp, ortaklık sistemlerinde her şeyin en iyi şekilde yürümesine çabalarlarken, atalarımızdan bize aktarılmış hatalı doğa görüşlerini çocukluk evresinde hücrelerimizin işletim sistemine entegre ederek, onların doğal çalışma sistemlerini bozmamızdaki mantıksızlık, bizlere çeşitli hastalıklar olarak geri dönmektedir. Hücrelerimizin işi zaten çok zorken, biz onları daha da çok strese sokuyoruz.
Önce bir hikaye anlatarak, doğada geri dönüş gibi bir şeyin olmadığını gösterelim. Aynı kasabada büyümüş, beraber okumuş iki gençten erkek olanı lise sonrası kasabadan ayrılarak, başka kentlerde okuyup bir meslek edinir ve evlenip, çoluk-çocuğa kavuşur. Kasabanın en güzel kızı olarak bilinen diğer genç kasabada kalır ve o da zamanla evlenip-çoluk çocuk sahibi olur. Uzun yıllar sonra erkek büyüdüğü kasabadaki arkadaşlarını merak ederek kasabaya geri döner ve kasaba güzeli olan eski arkadaşını arayıp-bulur. Kız hala çok güzel ve alımlıdır, kocası ise, şişko, kel kafalı ve yakışıklı denilemeyecek biridir. İki eski arkadaş geçmiş günlerin anısın tazelemek için kasaba parkının içindeki bir pastanede uzun süre sohbet ederler ve ayrılmak üzereyken erkek kıza şu soruyu sorar: “Sen buraların en güzel kızıydın ve hepimiz sana aşıktık. Bula bula bu adamı mı eş olarak seçtin?”
Kız uzun süre düşündükten sonra şöyle der: “Bak, güzel bir park içindeyiz ve yolun kenarında bir sürü güzel çiçek var. Şimdi sen şu yoldan başlayarak yürüyeceksin ve en güzel çiçeği bulup bana getireceksin. Ama bir şartla: Hayatta geri dönüş yoktur, bu nedenle asla yolda bir adım geri atmayacaksın!”
Erkek yolda ilerlemeye başlar ve en güzel çiçeği seçmeye çalışır. Çiçeklerin çoğu çok güzeldir, ama ileride hep biraz daha güzelini bulabilmek umuduyla, yolda yürümeye devam eder ve yolun sonuna geldiğinde, sadece soluk ve renksiz birkaç çiçekle karşı karşıya kalır. Ve onlardan birini alarak bayana verir!
İşte hayat böylesine geri dönüşü olmayan bir süreçtir. Hayatın müsveddesi yoktur. Onu nasıl yaşıyorsanız, o yaşanmış olur. Yaşayamadınızsa, gözünüz arkada veda edersiniz. Hayatın müsveddesinin olmayışı, doğadaki sistemin geri dönüşsüz olmasından kaynaklanır. Doğa ve dünyamız salınımcılar (wavicle) olarak tanımlanan kuantsal öğelerle oluşmaya başlarlar. Fizikçiler bu temel öğeleri hala birer cansız parçacık olarak düşünüp, onlara atom-altı-parçacıkları demektedirler. Fizik deneylerinin kesin bir şekilde gösterdikleri üzere, bu temel öğeler doğadaki tüm enerjilerin kökenini oluşturmakta ve enerjin nerde az, nerde çok depolanacağına bu temel öğeler karar vermektedirler. Dolayısıyla, Heisenberg’in belirsizlik ilkesi olarak ileri sürdüğü ve fizikçilerin de bu nedenle doğada belirsizlik sisteminin egemen olduğu görüşü, hatalı bir bakış açısından kaynaklanmaktadır. Bu bakış açısının yanlışlığı şu noktadan kaynaklanır.
Heisenberg belirsizlik ilkesini öne sürerken şu düşünsel deneye (Gedanken-Experiment) dayanır:
Bir atom-altı-parçacığının konumunu ve momentini ölçmek için belli bir sinyal göndermemiz gerekir. Ama sinyal parçacığa değdiği anda, parçacığın, ya konumu, ya momenti değişmiş olur. Bu nedenle atom-altı-parçacıkların hem konumu hem de momentleri aynı anda bilinemez. Her şey bu atom-altı-parçacıklardan oluştuğuna göre, doğa ve dünyada işler belirsizlik ilkesine göre işlemek zorundadır.
Şimdi buradaki bakış açısı hatası şuradadır: Doğadaki tüm işlemler tabandaki (yani varlıkların içindeki) kuantsal öğelerin (foton, elektron, vs) çevrelerini ölçüp-değerlendirmesiyle oluşur. Asla tepedeki veya dıştaki büyük sistemlerin bileşenlerinin davranışlarını ölçüp-değerlendirmeleriyle değil. Biz asla o parçacığı ölçemeyiz, çünkü temel öğeler kendileriyle ilişki kurmak isteyen üst-sistemlerin niyetlerini anında fark edip, onun isteğine göre davranırlar, üst sistem onların momentlerini (kütlelerini) ölçmek istiyorsa, parçacık gibi davranıp, momentlerini gösterirler; konumlarını öğrenmek istiyorsa (örneğin hangi delikten geçtiklerini), konumlarını gösterirler. Hem konumlarını, hem momentlerini belirlememiz ise imkânsızdır, çünkü saniyede zilyonlarca defa değişim-dönüşüme uğrarlar. Ayrıca bizim tüm işlemlerimizi içten içe içimizdeki o parçacıklar yaparlar, yani onların kendileri bizim davranışlarımızı ölçüp-biçmektedirler. Dolayısıyla doğada işler belirsizlik ilkesine göre, yani rastgele değil, bu kuantsal öğelerin, hep daha ekonomik, daha ekolojik yeni yapısallaşmalar oluşturmaları yönünde ilerlemektedir.
Özet olarak şunu vurgulamak gerekir: Saniyede zilyon kere değişim-dönüşüm gösteren, çevresindeki tüm faktörleri algılayıp-değerlendiren, davranışlarını olasılık hesaplarına dayandıran, hep en kestirme yolu bulan, engel tanımaksızın hep en ekonomik yapısallaşmaları seçip, oralara tünel varmışçasına göçen varlıkları nasıl ölü-cansız olarak kabul etiklerini anlamak mümkün değildir demeyeceğim, çünkü doğadaki dinamik sistemler fiziği ilkeleri böyle bir davranışın doğal olduğunu öngörüyor. Şöyle ki: DOM (7)- Dinamik sistemler fiziği- başlığı altında ve de diğer bölümlerde açıklandığı üzere,
è1- Kuantsal öğeler tek başlarına olduklarında çok fazla salınıma uğradıklarından çok fazla enerji tüketirler ve bu nedenle atom > molekül > hücre gibi üst-sistemler içinde birleşip, daha rahat konuma geçme çabası içindeler;
è2- Kuantsal öğelerdeki temel enerji, farklı yeni üst-sistemler içinde depolandıkça, yeni tür enerji kaynakları ortaya çıkmış olur ve bundan sonra oluşacak yeni üst sistemler bu yeni tür enerji depolanmalarını da kullanacak şekilde yapısal değişiklikler yapmak zorunda kalırlar;
è3- Tüm enerji veya yapma-yıkma gücü kuantsal sistemde olduğu için, kuantsal sistemin bu yapıcı veya yıkıcı gücü, üst-sistem yapısallaşmalarındaki amaç ve hedeflere göre ayarlanmak zorunda kalınır, yani mevcut simetrilerinin kırılıp, yeni yapısallaşmanın hedefine uygun olacak şekilde yeniden örgütlenmeleri gerekir, ki buna dinamik sistemler fiziğinde simetri kırılması + yeni düzen ölçütü oluşturulması + sabitleştirme ve köleleştirme işlemleri denir. Bu durumu bir örnek üzerinde şöyle açıklayabiliriz.
Tek hücrelilikten çok hücreliliğe geçişte hücrelerde bir simetri kırılması (+ solidifikasyon ve köleleştirme) gerekir, çünkü bireysel davranışa programlanmış hücre yapısallaşmalarının, farklı görevler üstlenerek hizmet ortaklığı yapacak davranışa uygun olacak şekilde yeniden düzenlenmeleri gerekir.
Şekil 28: Simetri kırılma evresi
Hücreler çok hücreli bedeni oluşturmak üzere, 2-4-8-16-vs. gibi geometrik dizi şeklinde çoğalmaya başlarlar ve beden denilen sistemin temeli atılmış olunur. Blastula adı verilen bir evreye kadar, tüm hücreler birbirlerinin tamamen aynı olacak şekilde çoğalırlar ve içi sıvıyla dolu küresel bir şekil oluştururlar. Dolayısıyla, çok hücreli tüm hayvanların büyümelerinin ilk safhaları tamamen birbirlerine benzerler ve içi sıvıyla dolu bir küre şeklindedirler. Bu küresel görüntü safhasındaki hücrelerden herhangi birini alıp, tekrar çoğaltmaya başlatırsanız o hücre tekrar 2-4-8-16- vs. şeklinde çoğalabilir. Ancak bu safhaya kadar oluşan hücreler sadece süngerler gibi, hepsi tek türde görev yapacak davranış gösterirler. Ama bu safhadan sonraki gastrula safhasında, balon şeklindeki yapı, bir yerinden içe doğru bir kanal (gastrocoel) oluşturacak şekilde değişmeye başlar. İşte bu safhadan sonra, bedeni oluşturacak hücrelerin hepsinin kaderi ve özellikleri değişir! Hücreler öylesine kökten bir değişikliğe uğrarlar ki, artık bu hücreler bedenden koparılıp tekrar çoğalmaya bırakılırlarsa, önceki safhadaki kardeşleri gibi, 2-4-8-16 şeklinde çoğalıp, tekrar yeni bir beden oluşturamazlar. Bu yetenek kaybına, simetri kırılması denir.
Gastrula safhasından sonraki hücrelerin, yeni bir canlı bedeni oluşturma özellikleri kaybolmuştur; ama buna karşın, başka bir yöndeki yeteneklerinin gelişmesinin önü açılmıştır: Bu hücrelerin, çevrelerinden gelen sinyalleri değerlendirerek, bulundukları konuma uygun bir şekilde, kalp, beyin, bacak gibi çok farklı alanlarda uzmanlaşma yetenekleri devreye girmiştir. Bir taraftan temel canlı oluşturma yeteneğinin kaybolması simetri kırılması olarak, diğer taraftan belli bir konuda uzmanlaşmaya yönelik yeteneklerin devreye sokulması olayı özellik sabitleştirilmesi (solidifikasyon) olarak ve tüm hücrelerin bedene ait ortaklık ilkelerine (düzen ölçütüne = order parameter) uymaları işlevi köleleştirme olarak tanımlanmıştır.
Hücrelerin beden oluşturma süresince geçirdikleri bu simetri kırılması ve özellik sabitleştirilmesi olayı, atom-altı-parçacıklardan başlarlar. Onların kombinasyonlarından oluşan kimyasal elementlerde yeni özellikler ortaya çıkar; Bu elementlerin kombinasyonları ile oluşan moleküllerde, elementlerin özelliklerinde simetri kırılmaları oluşur ve moleküllere ait yeni özellikler sabitleştirilir. Moleküllerden hücrelere geçişte yine simetri kırılmaları ve yeni özellik eklenip-sabitleştirilmeleri şeklinde yeni özellikler kazanılır. Hücrelerden çeşitli hayvan bedenleri oluşumlarına geçişte, yine simetri-kırılmaları ve yeni özellik kazanımları gerçekleşir. Bu şekilde her canlıda farklı duygu ve düşünce sistemleri ortaya çıkar.
è4- Tüm varlıklarda bu simetri kırılması (+sabitleştirme ve köleleştirme) işlemleri, varlıkların ilk gelişim aşamaları sırasında yapılır (bak DOM (5)- Kuantların Temel Özellikleri -3). Toplum hayatına uygun insan davranışı belirleyici eğitimde ise, bu işlem çocukluk evresinde gerçekleştirilir. Yani çocuklarımıza gerek gelenek-göreneklerle, gerek temel eğitim bilgileriyle, doğadaki oluşturucu ve yapıcı gücü, varlıkların iç bileşenlerine ait bir yetenek olarak değil de, varlıkların dışında olduğunu varsaydığınız hayali bir sisteme aitmiş gibi bilgiler verirseniz, onların simetri kırılmaları (+sabitleştirme ve köleleştirme) işlemlerini doğadaki sisteme uygun olmayan bir şekilde yapmış olursunuz. İşte günümüz fizikçilerinin yaptıkları kuantsal sistem deneylerini ve olaylarını anlayamadıklarını itiraf edip, şaşkınlık içinde olmalarının nedeni budur.
Dolayısıyla hayatın hala neyle başladığının açıklığa kavuşamamasının temel suçu da fizikçilerdedir, çünkü canlılık (dolayısıyla hayat) kuantsal sistemle başlamaktadır.
Havadaki veya sudaki hiçbir molekül rastgele hareket etmez. Her bir molekül, kendisine komşu moleküllerin sıcaklık ve basınç değerlerini, kendisininkiyle kıyaslar ve en düşük değer yönünde hareket eder. Tüm moleküller aynı şekilde davrandıklarından, havada veya suda aynı anda akıntılar başlar ve bu şekilde rüzgarlar ve deniz içi akıntı sistemleri oluşurlar.
Moleküllerin çevre koşullarını dikkate alarak yaptıkları bu bilinçli yönlenme, bedenlerimizdeki (ve de hücrelerimizin içindeki) moleküllerde de görülür. Organik moleküllerde 3" ve 5" olarak tanımlanan kutuplaşmalar vardır ve tüm reaksiyonlar bu kutuplaşmalara göre gerçekleşir. Nobel ödüllü Blobel (1999)’in ıspatladığı üzere, hücre içlerindeki proteinler belli adres-etiketlerine göre hareket etmektedirler.
Doğada rastgelelik veya tesadüf olmamasının nedeni şudur:
►1- Her şey enerjiyle oluşur ve tüm enerjilerin kaynağı da kuantsal sistemdedir.
►2- Kuantsal sistemdeki bu enerji, atom > molekül > hücre gibi üst sistemlerde depolandıkça, yeni oluşacak üst-sistemler, çevrelerindeki hangi tür enerji kaynağından yararlanabilecekler bilgilerini oluşturmaya başlarlar (çünkü bilgi enerjinin nerden nereye aktarılması gerektiği verileridir).
►3- Bilgi varlıkların yapı ve dokularındaki anizotropiler olarak kayıt altına alındıklarından, tüm varlıklar çevrelerinden gelen sinyallerin bu anizotropik yapısallaşma unsurları ile olan etkileşimlerine göre davranırlar.
►4- Çıkartılacak sonuç şu olur: tüm varlıklar çevrelerinden gelen sinyalleri değerlendirip, olasılık hesapları yaparak davranışlarını belirlerler.
Önceki bölümlerde açıklandığı üzere, beyin dediğimiz organ, hücrelerin doğada nelerin nelere dönüştüğü ve gelecekte ne tür değişim-dönüşümler olabileceği konusunda olasılık hesaplarına dayalı senaryolar üretmek için tasarlanmış bir organdır. Nelerin nelere nasıl dönüştüğü veya doğada nelerin olabileceği gibi konularda bilgi üretmenin önemi hücrelerce çok iyi bilinmektedir. Bu olgu deneylerle saptanmıştır. Şöyle ki:
Beyindeki hücrelerin çeşitli ödül olasılıkları karşısında nasıl davrandıkları deneylerle ortaya konulmuştur. Hücreler arası haberleşmede kullanılan maddelerden biri dopamindir ve bu ürünün üretilmesi için beyinde özel dopamin nöronları oluşturulmuşlardır. Bu dopamin nöronlarının çevre faktörlerini, işe-yararlılık, ödül-olasılığı, varsayım-hatası, vs. gibi açılardan değerlendirerek, diğer hücrelere aktardıkları belirlenmiştir (Schultz (1998)). Bu aktarma işlemlerinde, dopamin nöronlarının neleri dikkate aldıklarını saptamaya yönelik araştırmalarda ise, (Fiorillo et al. (2003)), dopamin nöronlarının olasılık oranlarının söz konusu olduğu verilere daha büyük önem verdikleri ortaya çıkmıştır.
Fiorillo et al. (2003)nin maymunlarla yaptıkları deneylerde, maymunların beyinlerindeki dopamin nöronlarına detektörler yerleştirilerek, (1-küçük-veya-orta boy bir ödül; 2- küçük-veya-büyük boy bir ödül; 3-orta-veya-büyük boy bir ödül, vs.) gibi çeşitli koşullarda nasıl davrandıkları araştırılmıştır.
Araştırma sonucunda:
►1- hücrelerin uzun vadeli olaylarla kısa vadeli olaylar arasında ayrım yaptıkları,
►2- kısa vadeli değerlendirmelerde, en büyük ödüle önem verip, onu tercih ettikleri;
►3- uzun vadeli değerlendirmelerde ise %50 olasılıklı duruma önem verip, onu tercih ettikleri
ortaya çıkmıştır.
Şekilde görüldüğü üzere, sıfır ile bir arasında değişen ödül alma olasılıkları tercihlerinde, uzun vadeli değerlendirmelerde, dopamin nöronları, kesinlik arz eden, sıfır=hiç-ödül-yok, veya bir=mutlaka-ödül-var seçeneklerine değil, fifti-fifti seçeneğine ağırlık vermişlerdir. Yani hücreler çok bilgili ve bilinçli davranıyorlar; anlık, kısa vadeli olaylarda hemen en büyük değerdeki ödülü seçiyorlar, ama uzun vadeli davranış söz konusu olduğunda, doğadaki en yaygın olasılık değeri olan %50 (fifti-fifti) değerini tercih ediyorlar.
Bunun anlamı çok açıktır: Hücreler doğada her şeyin sürekli bir değişim dönüşüm sistemi içinde olduğunun farkındadırlar. Bu nedenle uzun vadeli değerlendirmelerde “kesin ödül yok veya kesin ödül var” seçeneklerine rağbet etmiyorlar! Doğada her şeyin olabileceği gerçeğinden giderek, hep olasılık hesabına önem veriyorlar. Dahası da var: Lestas ve diğ. (2010) “Hücre içinde moleküler reaksiyonların çok artmasına bağlı olarak çok fazla sinyal oluşması hücre içindeki iletişimleri kötü yönde etkilemeye başladığında, hücreler kaba kuvvet kullanarak, hücre içindeki iletişimlerin yolunda gitmesini sağlarlar” anlamında “Nature must therefore call on brute-force solutions to maintain accuracy, and hence does so only when noise suppression is absolutely vital.” şeklinde bir sonuca ulaşmışlardır. (Bak şekil). Hücrelerin kaba kuvvet uygulama aracı “bir kontrol şeytanı” olarak tanımlanmıştır, “a ‘control demon’ representing a controller that is optimized over all possible network topologies, rates and mechanisms”.
Lestas et al. (2010)nin ulaştıkları sonuç, hücrelerin çok bilgili ve bilinçli şekilde davrandıklarının tasdikinden başka bir şey değildir. Hücrelerin kaba kuvvet uygulayıcısı olarak kullandıkları “kontrol şeytanı” ise, hücrelerin genel yapısallaşmasındaki anizotropik enerji yönlendirme unsurlarıdır.
Şekil 29: Hücreler olasılık hesaplarına göre davranırlar. A ve B şekilleri Fiorillo et al. (2003)den, C şekli Lestas et al. (2010)den.
Şimdi halk arasında genelde tesadüf olarak kabul edilen bir olayı ele alıp, olayın aslında tamamen olasılık hesaplamaları sonucu gerçekleştiğini gösterelim. Bir bayan başka kasabaya tayin olmuş bir yakınını ziyarete gider ve o ziyaret süresi içinde de o kasabadaki bir erkekle tanışır ve evlenirler.
Bayanın davranışlarının analizi:
►1- Bayanın seyahati bir nedene dayanır; boş zamanında yapılacak en iyi şeyin akrabasını ziyaret etmek olduğu kararını vermiştir.
►2- Vardığı kasabada rastladığı bir erkeğin, en iyi hayat arkadaşı adayı olabileceği olasılığını hesaplamıştır. (Elbette başka bir kente gitseydi belki orada da birine rastlayabilir ve onu seçebilirdi, ama akrabası o kasabaya gitmişti. Varlıklar hep kendilerine e yakın öğelerin durumlarına göre davranmak mecburiyetindedirler, çünkü en temel doğa yasası etkilenme derecesinin varlıklar arası mesafenin karesiyle ters orantılı olduğuna dayanır; yani bir varlığa ne kadar yakınsanız, o kadar fazla etkilenirsiniz.)
Erkeğin davranışının analizi:
►1- Kasabada yeni bir bayan görmüş ve onun davranışlarından çok etkilenmiştir.
►2- Bu bayanın kendisi için en iyi hayat arkadaşı olabileceğini düşünüp, o yönde karar vermiştir.
►3- Her varlıkta, tüm olasılıkları dikkate alma özelliği vardır. Kişi, diğer tüm olasılıkların gerşekleşme şensının daha az, önündeki fırsatın ise daha iyi olduğunu gördüğünde kararını verir.
Görüldüğü üzere, olaylar, tamamen doğadaki oluşum mekanizması ilkelerine göre gerçekleşmiştir. Doğal olaylardan bir örnek vermek gerekirse: Yaklaşık 50 milyon yıl önceleri Pasifik okyanusunda bir volkanizmayla Galapagos adaları ortaya çıkar. Bu adalara rüzgarlarla çeşitli bitki tohumları düşer ve orada yeşerip büyürler. Sonra kuşlar uçarken bu adalardaki bitkileri görürler ve oralara inerek o bitkilerle beslenmeye başlarlar. Bir süre sonra o adadaki koşullara uyacak şekilde yapısallaşmalarında düzenleme yaparlar ve Galapagos ekolojik topluluğu oluşur. Bu oluşumlar bir tesadüf veya rasgelelik değil, tamamen doğal sistem oluşum mekanizması çerçevesinde olaylardır. Yukarıda verilen evlenme örneği de tamamen buna benzer bir gelişmedir.
Havadaki veya sudaki bir molekülün davranışında rastgelelik diye bir şey yoktur, onlar kendilerini çevrelerindeki moleküllerin basınç ve sıcaklık değerlerine göre yönlendirler. Moleküllerin çevre koşullarını dikkate alarak yaptıkları bu bilinçli davranış, hücrelerde de görülür. Bir bedendeki veya hücredeki moleküllerin hepsi belli bir kutuplaşma (anizotropi) gösterir ve bu kutuplaşmalara uygun olarak hareket ederler. Bu nedenle Blobel (1999) proteinlerin adres-etiketleri taşıdığını göstererek Nobel ödülünü almıştır. Dolayısıyla atomlardan tutun, moleküllere, hücrelere kadar tüm varlıklar tamamen enerji akışlarına göre davranırlar. Yani bizlerin bedenini oluşturan hücrelerimiz atom ve moleküllerin hareketlerine bağlı olarak davrandıklarından, onlar da enerji akışına bağlı olarak davranmak zorunda kalırlar. Biz insanlar da hücrelerimizin denetim ve yönlendirmesinde olduğumuz göre, bizim davranışlarımızda da rastgelelik diye bir şey olamaz.
Enerji akışının nasıl yönlendirileceği bilgisi, anizotropik yapısallaşmalar olarak varlıkların içlerine yerleştirilir ve enerji de bu anizotropik kanallar boyunca akar. Yeryuvarında bir volkanizmanın nerde patlayacağı, bir depremin nerde olacağı gibi enerji dışa-vurumları hep doağadaki anizotropik yapısallaşmalara bağlıdırlar. Atalet kuvveti (inertial force) denilen ve fizikçilerin açıklayamadıkları kuvvet türü de, doğadaki anizotropik yapısallaşma yönlendirmelerine göre oluşan bu tür enerji akışları sonucudurlar.
Kadının akrabası bir kasabada geçimini sağlayacak iş (enerji kaynağı) bulması, kadın için anizotropik bir yönlenme oluşturur. Ondan sonraki gelişmeler ise, normal doğa yasalarının uygulanışından başka bir şey değildir.
Doğada düzene doğru mu düzensizliğe doğru mu bir gidiş var? Entropi mi (düzensizlik mi), Negatif-entropi mi (düzenlilik mi)?
Doğa ve dünyamızda bir düzen vardır. Jeolojik bulguların gösterdiği üzere, bu düzen zaman içinde oluşup gelişmiştir. Halbuki fizikçilerin çoğunluğu doğa ve dünyada düzensizliğe doğru bir gidiş ve gelişim olduğunu belirtiler ve bu nedenle de bazı fizikçiler canlılar âlemindeki bu düzen artışını, doğal sistemdeki hastalıklı bir yapısallaşma olarak görürler.
Fizikçilerin çoğunluğunun böyle düşünmelerinin nedeni şudur:
Eskiden fizikçiler doğa ve dünyayı kapalı bir sistem olarak kabul etmişler ve bu durumda zaman içinde her şeyin dağılıp, düzensiz bir durumla son bulacağı yargısına varmışlardır. Hâlbuki doğada tamamen kapalı hiç bir sistem yoktur. Örneğin, galaksideki herhangi bir yıldızda oluşan nötrino dediğimiz atom-altı-parçacıkları, bizim güneş sistemimizi delip geçer, bizim dünyamızı delip geçer, örneğin Avustralya’dan girer, tüm yeryuvarı katlarını aşar ve Avrupada bir ülkeden çıkıp tekrar uzaydaki yolculuğuna devam eder. Bu parçacıklar o kadar yoğundurlar ki, bir insan bedeninin 1 cm2lik yüzeyinden her saniye milyonlarca nötrino geçmektedir. Nötrinolar maddelerden geçerken transit olarak geçmezler, içinden geçtikleri ortamın özelliklerine göre, enerji düzeylerini değiştiriler. Dahası, nötrinolar doğadaki proton-nötron oranlarını değiştirebilirler. Bu ise kimyasal temel element dediğimiz temel yapıtaşlarının nötrinolar sayesinde değiştirildikleri, yani atomların sabit-değişmez öğeler olmadıkları anlamına gelir. Bunun sonucu doğadaki bir element başka bir elemente veyahut başka bir izotopuna dönüşebilmektedir. Bu ise doğadaki enerji dağılımı ve kuvvet alanları sistemlerini etkilemektedir. Bu şekilde uzaydaki bir varlıktan gelen bir parçacık, yeryuvarı içindeki (veya bizim bedenimizdeki) bir kimyasal elementi etkilemiş olur.
Doğa ve dünyada her şeyin olasılık hesaplarına göre oluşup geliştiği, önceki bölümlerde gösterilmişti. Fizikçilerin entropi dedikleri terim bu olasılık hesapları sonucu konusunu irdeleyen ve S = k.log W formülü ile tanımlanan bir kavramdır. Bu formülde (W) bir sistem içindeki olasılık sayısını, (k) Boltzman sabiti denilen bir katsayıyı belirtir. S ise entropi olarak tanımlanan sonuçtur.
Çeyrek asır öncelerine kadar, fizik dünyasında “information” yani “bilgi” denilen bir faktör hiç yer almamış, varlıklar birer robot-otomat olarak görülmüş ve bu otomatları etkileyen yönlendiren faktör, hep varlıkların dışında bir kuvvet alanı olarak düşünülmüştür. Böyle bir düşünce tarzının sonucu ise, S = k.log W formülü gereği, düzensizliğe doğru kabul edilmek zorundadır, çünkü otomat olarak kabul edilen varlıkların hiç birinde bilgi oluşturma ve depolama yeteneği olduğu bilgisi (o zamanlarda) mevcut değildi. Aptal-bilgisiz öğeler dünyasının zaman içinde geleceği ise dağınık-düzensiz bir gelecek olmak zorundadır.
Jeolojik bilgiler ise doğa ve dünyamızda her şeyin çok belirgin bir şekilde düzen artışına doğru ilerlediğini göstermektedir. Şimdi dünyamızın jeolojik geçmişinden örnekler vererek (S = k.log W) formülünün anlaşılmasını kolaylaştıralım ve doğadaki gerçek durumu sergileyelim.
è1- Evrenimiz yaklaşık 14 milyar yıllık bir geçmişe sahiptir. Bu 14 milyar yıllık sürecin başlangıcında doğadaki yaklaşık 100 temel kimyasal element henüz oluşmamıştır. Örneğin 26 proton 30 nötron ve 26 elektrondan oluşan ve tek bir birim olarak davranan 1 adet Fe (demir) elementi, daha önceleri (26 +30 +26=) 82 ayrı parça olarak davranıyordu. Dolayısıyla şimdi tek bir demir atomu olarak davranan varlık, daha önceleri 82 ayrı varlık olarak davranıyordu, yani çevresiyle etkileşim olasılığı (W= Wahrscheinlichkeit =olasılık) kat be kat fazlaydı. Dolayısıyla (S) olarak gösterilen entropi değeri de çok fazlaydı.
Dolayısıyla, evrenin başlangıcında tüm varlıkların atom-altı-parçacıkları olarak ayrık oldukları dönemdeki davranış olasılığı (yani entropi durumları), kimyasal elementlerin oluşmaya başlamasından sonra muazzam bir azalma göstermiştir.
è2- Güneş sistemimizin ve çevresindeki gezegenlerin oluşumlarıyla birlikte, kimyasal elemetler SiO2, H2O, CO2, KAlSi3O8 şejklinde moleküller olarak bileşikler oluşturmuşlardır. Dolayısıyla her bir molekül tek bir birim olarak davranış göstermektedir. Molekül oluşturmadan önce ise, moleküldeki atom sayısı kadar farklı öğe olduğundan, o kadar çok farklı davranış (olasılık) söz konusudur. Yani yıldız ve gezegenlerin oluşmasından sonra doğadaki toplam entropi miktarı çok daha azalmıştır.
è3- Yeryuvarında hayat sisteminin gelişmeye başlamasıyla organik moleküller oluşmaya başlar. Örneğin fotosentezle
6CO2 + 6H2O + Güneş enerjisi = C6H12O6 + 6O2
formülü uyarınca mevcut moleküllerden 6 su ve 6CO2 molekülünü değişik bir glikoz molekülüne dönüştürmüştür ve ortamda ekstra 6 oksijen molekülü ortaya çıkmıştır. Bu durumda o ortamdaki entropi miktarı azalmış olur, çünkü olay öncesi 6+6=12 molekül varken, olay sonrası 1+6=7 molekül bulunmaktadır. Dolayısıyla (W) parametresinin değeri azalmış olmaktadır, çünkü 7 molekül arasındaki karşılıklı etkileşim olasılığı sayısı, 12 molekül arasındaki karşılıklı etkileşim olasılığı sayısından kat be kat azdır.
è4- Organik moleküllerin büyüklükleri yüzlerce atom içerirler, dolayısıyla hayat sistemi geliştikçe ve büyük kimyasal moleküller oluştuça, entropi gittikçe daha azalmıştır.
è5- Hücrelerin ortaya çıkmasıyla, bir çok molekül tek bir hücre olarak davranmaya başlamıştır. Bir hücre yapısında milyonlarca molekül bulunduğu dikkate alınırsa, entropinin ne kadar daha azaldığı anlaşılır.
è5- Çok hücreli canlıların oluşmasıyla milyarlarca hücre bir beden içinde toplanıp, tek bir hayvan olarak davranmaya başlamışlardır. Bu ise daha önceki durumdaki entropide muazzam bir azalma daha oluşturmuştur.
Önceki bölümlerde vurgulandığı üzere, doğadaki tüm varlıklar daha rahat bir duruma geçmek için sürekli olarak birleşerek daha büyük üst sistemler oluşturma çabası içindedirler. Bunun anlamı ise doğada düzensizliğe doğru değil, düzen oluşturmaya doğru bir gidişatın egemen olduğudur.
Bizler bizim dünyamızda yaşıyoruz ve bizim dünyamızda işler, information & self-organisation sistemi, yani “bilgi oluşturula ve bilgilere göre örgütlenile!” sloganı uyarınca gerçekleşmektedir. Bilginin eksponansiyel ve entegratif özellikli olması nedeniyle de, bilgi oluşturucu dürtü taa kuantsal sistemden kökenlenmektedir.
Dünyamızda entropi artışı (düzensizliğe doğru bir gidiş) değil, entropi azalması, yani Schrödinger (1945)’in terimiyle negatif-entropi artışı (düzen oluşumu) söz konusudur ve bu olgu sinerjetik fizikte maksimum enformasyon prensibinin (maximum information principle) ortaya konulmasına yol açmıştır.
è1- Bizler entropi azalmasının geçerli olduğu, yani düzen oluşturma sisteminin geçerli olduğu bir dünya üzerinde yaşıyoruz. Düzen bilgiye dayanılarak oluşturulmaktadır. Bu nedenle “information & self-organisation” diye özetlenen “synergetics” adlı yeni bir fizik dalı oluşturulmuştur.
è2- Bilgi oluşumun eksponansiyel ve entegratif şekilde geliştiği bilinmektedir; bu olgu, bilgi oluşumunun başlangıç noktasının maddenin en küçük parçacıkları dünyasından kökenlenmesi ve gittikçe çeşitlenerek gelişmesi zorunluluğunu oluşturur. Yani doğada evrimleşen ve artarak gelişen tek unsur “bilgidir”. Varlıklar bu bilgilere göre sürekli yeniden re-organize edilerek tavuk-yumurta ilişkileri çerçevesinde yeniden düzenlenip, yeniden oluşturulurlar.
è3- Bilgi denilen sinyaller fizikçilerin kuvvet alanlarına denk gelirler. Dolayısıyla zaman içinde, bilginin eksponansiyel gelişimine uygun olarak, sürekli değişirler.
è4- Fizikçilerin “karşılıklı etkileşim” dedikleri olay, rastgele karşılıklı çarpışmalar sonucu değil, karşılıklı olarak birbirlerinin değer ve potansiyellerini ve birbirlerine olan uzaklıklarını en hassas şekilde algılama ve çıkan sonuca göre davranma şeklinde olmaktadır. Yani doğadaki tüm oluşumlar varlıklar arası karşılıklı mutabakat sonuçlarına göre olmaktadır.
è5- Doğada tavuk-yumurta sistemi geçerlidir ve tavuk-yumurta sistemlerinde, bilgi hep yumurtalara aktarılarak depolanıp-işlenirler. Yani üst-sistemler tamamen alt sistemlere bağımlıdırlar. En tabandaki alt-sistem ise şimdilik atom-altı-öğeleri olarak bilinmektedir.
è6- Hayat sisteminin temelini oluşturan hücreler perfekt fizikçi ve kimyagerlerdirler, tamamen fizik-kimya ilkelerine göre işlem yapmaktadırlar. Bu nedenle, hayat sistemi, fizik-kimya yasaları devreye sokulmadan anlaşılamaz ve işletilemez.
è7- Toplum hayatı biz insanların oluşturmak zorunda oldukları bir üst-sistemdir. Bu sistemde geçerli olacak kuralları, yani fizik terimiyle kuvvet alanı veya düzen-ölçütünü oluşturacak olanlar, onun bileşenleri olan insanlarıdır. Harici bir kuvvet alanı oluşum sistemi yoktur!
è8- İşte fizikçilerin en temel hataları bu noktadan kaynaklanmaktadır, çünkü onlar doğayı oluşturan en temel öğeleri cansız-ölü varlıklar (atom-altı-parçacıkları) olarak kabul etmişler ve doğadaki canlılık unsurunu varlıkların dışında bir sisteme atfetmişlerdir. Evrenimizin kapalı bir sistem olduğu varsayımı böyle bir anlayışın sonucudur.
Tüm fiziksel etkileşim formülleri varlıklar arasındaki itme veya çekmeleri [(1.öğenin potansiyeli) x (2. öğenin potansiyeli) / (aralarındaki mesafenin karesi)] şeklinde ifade ederler. Yani tüm doğa, varlıkların karşılıklı etkileşimleri sayesinde oluşup, ayakta kalıyor. Varlıkların haricinde etkileşimlere katkısı olan hiçbir şey yok. Doğadaki denge-düzen sadece ve sadece varlıkların daha rahat konumlara ulaşabilmek amacıyla gerçekleştirmeye çalıştıkları farklı re-organizasyon (farklı yeniden-yapısallaşma) çabaları sonucudurlar.
Doğadaki oluşum ve gelişim sistemi yukarıda özetlendiği şekilde iken, fizikçilerin “doğada işler düzensizliğe doğru gider” şeklinde bir fikir ileri sürmelerindeki mantıksızlığı tekrar gözden geçirmeleri dileğimi, insanlık adına tüm bilim adamlarından rica ediyorum. Daha dünyamız ve güneş sistemimizdeki olayları ve oluşumları tam anlayıp-çözemeden, evrenimizin kapalı bir sistem olduğunu iddia etmek ve buna dayanarak da doğada düzensizliğe doğru gidiş vardır demek acaba ne kadar mantıklı?
Bilgilerin gelecek nesillere aktarılmasını sağlamaya yönelik eylemlere en güzel örnek aşk ve seks dürtüsüdür.
Tüm varlıkların en temel bileşenleri olan kuantsal öğeler (enerji paketçikleri) sürekli salınım içindedirler. Ve her şey bu temel bileşenlere bağlı olarak oluşturulup-geliştirildiğinden, bu kuantsal öğelerin birleşmeleriyle gelişen tüm üst-sistemler (atomlar, moleküller, hücreler, hayvanlar, bitkiler, vs) bağlı oldukları alt-sistem öğelerindeki dalgalanma hareketlerinin hangi aralıklarla ve hangi faktörlere bağlı olarak değiştikleri bilgilerini toplamak ve bu bilgilere göre davranmak zorundadırlar. Dolayısıyla, hayat bağımlı olunan enerji kaynağındaki dalgalanmaların nelere göre değiştiği bilgilerini toplama ve bu bilgileri gelecek nesile aktarma eylemidir. Bu nedenle aşk ve seks dediğimiz karşılıklı kalıtsal bilgi alış-verişi sistemleri oluşturulmuştur. Aşk ve seks, karşı cinslere (farklı bakış-açılarına) ait bilgiler içeren hücrelerin buluşma ve kaynaşma eylemleridir.
Şekil 30: Bu canlılar birbirlerini neden çekerler?
Canlıların genetik bilgi depolarında bedenlerin nasıl oluşturulacakları, bu bilgilerin nasıl aktarılacakları vs. konularında kesin yönlendirmeler vardır ve canlılar bu bilgilere göre oluşturulurlar. Bir somon balığı genlerinde kayıtlı bu bilgileri gelecek nesle aktarmak için, bulunduğu açık denizlerden doğduğu ırmağın kaynağına dönüp, orada karşı cinsle buluşup döllenme işlevini yerine getirebilmek için tüm hayatını tehlikeye atacak bir dönüş yolculuğuna çıkar. Çağlayanları zıplayarak aşmaya çalışır; bir sürü yırtıcı hayvana yem olmamak için çabalar, ve hedeflerine ulaşanlar yumurtalarını ve spermlerini 20-30 saniye içinde üst-üste bıraktıktan sonra da, çoğunlukla yorgunluktan bitap düşüp ölürler.
Balıkları bu ölüm yolculuğuna yönelten dürtü, hücrelerin bedene empoze ettikleri “genetik bilgilerin aktarılması zorunluluğudur.” Hücreler öylesine bilinçlidirler ki, milyarlarca yıllık deneyimlerin sonucu olan genetik bilgilerin gelecek nesillere aktarılmasını sağlamak için aşk ve seks dürtüsünü en dayanılmaz zevk duyguları ile bağlantı içine sokmuşlardır.
Şekil 31.: Somon balıkları neden hayatlarını tehlikeye atarak yumurtlayacakları ırmak yataklarına dönerler ve dölleme işleminden sonra ölürler?
Bir e-postada şöyle bir hayat tanımı yapılmıştı: “Hayat, seksle bulaşan ama sonu kesinlikle ölümcül olan bulaşıcı bir hastalıktır.”
Peki hayat neden böyle?
Çünkü: Bilgiler aktarılmak, çoğalmak isterler ve bu nedenle oluşturdukları tüm bedenlere bilgi edinme ve aktarmayı teşvik edici yönlendirmeler yerleştirirler. Bitkilerin güzel renkli çiçekler oluşturmaları, çiçeklerin çeşitli çekici kokular yaymaları, hayvanların çeşitli göz-alıcı renk tüylerle kendilerini süslemeleri, insanların güzel giyinmeye çalışmaları ve güzel kokular sürünmeleri, vs nin hepsi, hücrelerimizdeki kalıtsal bilgilerin gelecek nesile aktarılma baskılarının sonuçlarıdır.
Doğada değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur. Diğer taraftan da tüm varlıklar karşılıklı olarak birbirlerine bağımlıdırlar. Bu nedenle her varlık zorunlu olarak doğadaki değişim-dönüşüm sistemlerinin nasıl olduğu ve nasıl birbirlerine dönüştükleri vs. bilgilerini toplamak ve gelecek nesile aktarmak zorundadır. Hayatın tanımı ve anlamı bu nedenle şöyle olmak zorundadır:
Hayat doğadaki değişim-dönüşümler hakkında bilgi edinme ve bu bilgileri gelecek nesle aktarma eylemidir.
Bilginin iki farklı türü vardır: Genetik bilgiler ve eğitsel bilgiler. Doğada her iki tür bilginin aktarılması da teşvik edilmektedir. Bilgiler ise varlıkların yapısal bileşimlerinde yapılan anizotropilere yansıtılarak kayıt altına alınmaktadır. Örn. her yeni öğrendiğimiz şey, hücrelerin dili olan amino-asit ardalanmalarında değişiklikler olarak kayıt edilmektedirler ve gelecek nesillere bu şekilde aktarılmaktadırlar.
Önceki bölümlerde açıklandığı üzere, doğada her şey bileşenlerinin denetimi ve kontrolü altında olmaktadır. Bileşenler oluşturdukları yapıya sahip çıktıkları, o yapıyı ayakta tuttukları sürece o sistem hayatta kalmakta, yoksa dağılmaktadır.
Durum böyle iken, neden insanlar ait oldukları toplumsal sistemlerde işlerin yolunda gitmesi için bizzat aktif rol almıyorlar da, toplumun sevk ve idaresini, lider dedikleri ve olağanüstü yetkilerle donattıkları kişilere bırakıyorlar? Bedendeki her bir hücre, geceli-gündüzlü kendine düşen görevi yerine getirecek şekilde çabalarken, insanlar neden tembel, pasif duruyorlar ve işlerin tepedekilerce yerine getirilmesini bekliyorlar?
Bu sorunun yanıtını bulmamıza yarayan ipucunu Frazer’in (1890) bir araştırması vermektedir. Frazer bu eserinde, Avrupa’dan Asya’ya, Afrika’ya, Pasifik adlarına kadar dünyanın bir çok ülkesindeki gelenek ve görenekleri ve bunların nasıl ortaya çıktıklarını araştırmıştır. Vardığı sonuç çok ilginçtir: İnsanlar daha rahat yaşamaları, toplumda işlerin yolunda gitmesi, kuraklık olmaması, ürünlerin bol olması, vs. gibi nedenlerden giderek gelenek ve göreneklerini oluşturmuşlardır. Ürünlerin bol olmasını, kuraklık olmamasını vs. ise, doğa-üstü bir gücün denetlediğini varsaydıklarından, doğa-üstü bu gücü temsil ettiğine inandıkları lider, kral, vs. gibi kişilere bel bağlayarak, daha rahat bir yaşam süreceklerine inandıklarından, toplumda işlerin sevk-ve idaresini tepeye yerleştirdikleri ve olağan üstü yetkilerle donattıkları bu kişilere bırakmışlardır. İşte bu şekilde tepeye bağımlılık sisteminin temelleri atılmış ve insanların kendileri pasif kalmaya alıştırılmışlardır. Binlerce yıldır bu böyle sürmektedir, çünkü her şey geleneklere yansıtılmıştır ve otomatik şekilde nesilden nesile aktarılmaktadır.
Bir devlet toplumun sahipliğini, kral, sultan gibi otoritelere, veyahut cumhurbaşkanlığı, başbakanlık, YÖK, Danıştay, Yargıtay, vs. gibi tepeye yerleştirilmiş makamlara bağlıyorsa, o toplumda her zaman bu tepedeki güç odaklarını ele-geçirme savaşları yapılır. Yüzlerce, hatta binlerce yıldır yapılan tüm kavgalar ve savaşlar bu yüzden olmaktadır. İktidar dediğimiz bu tepeyi ele geçirme mücadeleleri, toplumsal hayatta karşılaştığımız sorunlarımızın büyük bir kesimin oluşturur. Şimdi tarihimizden örneklerle konuya açıklık getirelim.
►- Tarih boyunca cinayetler, darbeler oluşması, komplolar kurulması
İster faili belli olsun, ister olmasın, tüm siyasi cinayetler, komplolar, vs. iktidar dediğimiz devlet yönetimini ele geçirme mücadelelerinden kaynaklanırlar. Geçmiş tarihimize bakalım:
¨Osmanlı Devletinin kurucusu
Osman Bey, amcası Dündar Bey’i rakip gördüğünden onu öldürtür. Yerine oğlu
Orhan Bey geçer,
¨Orhan Bey’den sonra tahta geçen 1. Murat hem oğlunu, hem kardeşini öldürten ilk padişah olarak bilinir. Kardeşleri İbrahim ve Halil ile oğlu Savcı Bey’i öldürtmüştür.
¨Yerine geçen Yıldırım Beyazıt, kardeşi Şehzade Yakup’u öldürtür.
¨Ondan sonra, kardeşlerini öldürterek tahta çıkan 1.Mehmet olmuştur.
¨Ondan sonra tahta geçen 2. Murat amcası
Mustafa Çelebi’yi ve kardeşleri Ahmet, Yusuf ve Mahmut’u boğdurtmuştur.
¨Ondan sonra tahta geçen 2. Mehmet (Fatih), kundaktaki kardeşi Ahmet’i boğdurtmuştur.
¨Ondan sonra tahta geçen Yıldırım Beyazıt, Kardeşi Cem Sultanı öldürtür (Taht kavgasını kaybeden Cem, İtalya’ya kaçar; Yıldırım Beyazıt da, Papa Alexandre Borgia’ya 300 000 altın vererek, Cem Sultan’ı öldürtür (1495); cesedi Bursa’ya getirtilir.)
¨Kardeşler (ve yakın kan-bağı olanlar) arasındaki iktidarı ele geçirme mücadeleleri bu şekilde devam ederken, Osmanlı Devletinin son yıllarına doğru, iktidarı ele geçirme mücadelesine saray erkânı ve askeri güç mensupları da dâhil olur. Padişahlara, sadrazamlara darbeler yapılarak iktidara sahip olma mücadeleleri devam eder.
¨Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasıyla birlikte, asil-soyluluğa dayandırılan “babadan oğula” iktidar hakkı yerine, Cumhuriyet denilen halkın sahipliğine dayandırılan yeni bir devlet-yönetimi anlayışı oluşturulması çabaları başlar.
¨Devlet yönetimini ele geçirme mücadeleleri bu yeni sistemde de devam eder; karşılıklı suikastlar gündemden eksilmez.
¨Partili demokratik sisteme geçişle birlikte, halk farklı görüşlere bölünür ve iktidar mücadelesi halk arasına kadar indirgenir. Her bir siyasi parti devlet bürokrasisi içine kendi yandaşlarını yerleştirmeye başlar. Siyasi cinayet şebekesi zincirleri oluşur. Bu tür mücadeleler nedeniyle ‘Sabahattin Ali’ler, Abdi İpekçi’ler, Turan Dursun’lar,
Doğan Öz’ler,
Uğur Mumcu’lar, Gün Sazak’lar‘
hayatlarını kaybederler. İktidarı ele geçirme çabaları çeşitli komplolar düzenlenmesi, darbe planları yapılması vs. şeklinde hala devam etmektedir. Üstelik günümüzdeki bu iktidar savaşları, sadece ulusal düzeyde değil, uluslar-arası düzeyde gerçekleşmektedir, çünkü insanlığın çıkarları artık ulusal sınırları aşmış, uluslar-arası bir düzeye ulaşmıştır. Ülkemizde son yarım asır içinde işlenen cinayetler ve kurulan komplolarda yabancı güçlerin “parmağı” bir yana, resmen “elleri-kolları” vardır.
Uzatmaya gerek yok, iktidarı ele geçirmek için ilgililer arasında cinayetler işlenmesi, tarih boyunca hep olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Bu tür mücadeleler, sadece ülkemizde değil, dünyanın her yerinde, her ülkesinde olmaktadır. Toplumun sahipliğini, tüm halka değil de, tepedeki bir kişiye veya zümreye bağlamak, tüm sorunların kökenini oluşturur.
►. Diğer Sorunlarımızın Nedeni de Doğadaki Sistemi Yanlış Yorumlamış Olmamızdan Kaynaklanmaktadır.
1- Yargıyı, eğitim sistemini, vs. etki altına alma çabaları: yukarıda açıklanan, iktidarı ele geçirme mücadelelerinin bir başka ayağını oluşturur.
Liderli sistemler tüm bürokrasi çarklarının tepedeki güce bağımlılığını gerektirir, bu nedenle hak ve hukuk sistemi adil işlemez. Mithat Paşanın idam kararı bunun en çarpıcı örneğini oluşturur. Bak
2- “İnsanların sağ-sol, laik-şeriatçı, alevi-sünni, türk-kürt, vs. gibi kutuplaşmalara bölünmesi” olayı.
Bu durum, demokrasi denilen ve halkın idareyi ele alması olarak tanımlanabilinecek sistemin ortaya çıkmasıyla yaygınlaşan bir toplumsal sorundur. Asil-soyluluğa dayalı “babadan oğula” aktarılan yönetim hakkı, demokratik sistemlerde, particilik denilen farklı görüş sahipliğine yerini bırakır. Bunun sonucu, halk farklı görüşlere bölünmek durumunda kalır. Bu farklı görüşler, kâh sağcı-solcu, kâh laik-şeriatçı gibi farklı gruplaşma oluşumlarına yol açar. Etnik bölünmelerin nedeni de, lider, şıh-şeyh gibi tepede bulunan kişilerin yönlendirmeleri ve yandaş sahibi olmaya çalışmaları sonucu ortaya çıkarlar, yani halka gösterilen hedeflere göre, halkın farklı yönlenmelere gitmesi olayı söz konusudur. Çünkü liderli sistemlerde kader liderce belirlenir. Halbuki doğada her varlık kendi geleceğini bizzat kendisi çevresiyle etkileşerek belirler. Bu işlemde de temel amaç, daha rahat bir duruma ulaşabilme mücadelesine yöneliktir.
3-Devlet denetiminde bulunan fabrikaların özelleştirilmeleri sonucu fabrikalarda çalışanların işsiz duruma düşmeleri (işçi-işveren ilişkileri).
Son çeyrek asır içinde, devlet yönetiminde olan işletmelerin, özel sektör işletmeleri karşısında gittikçe başarısızlığa düşmeleri nedeniyle, dünya genelinde, devlet sektörleri bu tür işletmeciliklerden çekilmeye ve işletmeleri özel sektörlere satmaya yönelmişlerdir ve özelleştirme denilen işlemler dünyada yaygınlaşmaya başlamıştır.
Acaba özel işletmeler neden devlet sektörüne bağlı işletmelerden daha verimli olmuşlardır? Burada önemli olan konu bu sorunun yanıtını bulmak ve ona göre davranmaktır.
Dünyamızda her şey sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir ve tüm işletmeler dünyadaki bu değişim-dönüşümleri dikkate alarak kendilerini yeniden re-organize etmek durumundadırlar. Özel işletmelerde, fabrikanın sahibi işletmesini yenilemek, dünya koşullarına uydurma konusunda, devlet işletmelerine göre, daha avantajlıdır, çünkü olayları takip edip, gereken önlemleri hemen alabilir. Hâlbuki devlete bağlı bir işletmede, müdür tepedekilerden müsaade isteyecektir; bürokrasi çarkı çok yavaş işler. Ayrıca tepedekiler demokratik seçimler nedeniyle sık-sık değişecektir. Her yeni gelen işlere uyum sağlayana kadar, “atı-alan Üsküdar’ı geçmiş olur” ve işletme zarar edecek duruma düşer.
Peki, günümüzde uygulandığı şekliyle özelleştirme yapılması doğru mu? Tekel işçileri olayında olduğu gibi, işçiler zararlı duruma düşmüyor mu? Bu konuyla yakından ilgili diğer sorun da şu: İşçi-işveren ilişkileri nasıl olmalı, grev-lokavt gibi hayatı ve toplumu kötü yönde etkileyen olaylar nasıl önlenir?
Bu soruların yanıtı bizi olayların özüne ve gerçeğe götürür. Doğadaki oluşumlarda, oluşturma ve sahiplenme erki hangi taraftadır, kimdedir? Hangi taraf hangi tarafa bağımlı olmak durumundadır? Bu sorunun yanıtı da önceki bölümlerde verilmişti.
Doğada her şeyin sahibi, o sistemi oluşturan bileşenleridir, yani, bedenlerimizin sahibi içindeki hücreleri, toplumun sahibi o devlet sınırları içinde yaşayan tüm insanlarıdır.
Demokrasi halkın yönetime sahip olması anlamına gelir. Halk ise, söz konusu bölgede yaşayan tüm insanlardır. Dolayısıyla, demokrasilerde din, ırk gibi faktörlere bağlı davranışlarda bulunulamaz. Bu nedenle demokrasinin geçekten uygulanması, toplumun iş ve meslek sahipleri arası ortaklık sistemi olarak görülmesine indirgenmiş olur.
Bazı partiler oy almak için dinsel konuları, bazı partiler ırkçı motifleri kullanmaktadırlar. Bir devlette, belli dinsel görüşler (tarikatlar) veya belli ırkçı görüşler doğrultusunda oluşumlar varsa, o oluşumların (partilerin vs.) demokrasiye uygun davranış göstermeleri beklenemez. Çünkü dinsel duygularla hareket eden bir insan, ait olduğu tarikat şeyhinin görüşüne, ırksal duygularla hareket eden insan, ait olduğu ırkçı gurubun görüşüne uygun davranmak zorundadır. Her iki durumda da, kişinin davranışı kendi mesleki çıkarlarına göre değil, ait olduğu tarikatın veya klanın görüşüne göre tepeden belirlenmiş olunur. Yani dinsel veya ırksal motifli seçimlerde, şeyh veya şefin oyu söz konusudur. Bireyin oyu diye bir şey söz konusu değildir. Dolayısıyla dinsel veya ırkçı görüşlere dayalı partilerin çoğunlukta olduğu meclisler ve hükümetler demokratik düşünce ve davranıştan söz edemez, çünkü varlıkları ve ortaya çıkışları demokrasiye terstir.
Dinsel veya ırksal motiflerin söz konusu olduğu ortamlarda demokrasi söz konusu olamaz, zira şeyh-şef ne diyorsa, peşindeki insanlar sürü davranışıyla onun peşinden gider.
Dolayısıyla “başörtüsü demokratik özgürlük hakkıdır, vs.” gibi sloganlarla toplanılan oylarla iktidara gelen bir parti demokrasiden söz edemez. Ama günümüzde yapılan budur ve halk bu mantıksızlığın farkına varamıyor. Bunu yapanların mantığının çok bozuk olduğu aşikârdır. Bozuk mantıklı insanların yaptıklarından bir yarar gelmez, zarar gelir.
Şekil 32: Anayasa tüm toplumu kapsayacak nitelikte olmalıdır. Bunun tek çıkar yolu da iş-ve meslek kolları arası uzlaşmaya dayandırılmasıdır.
Batı demokrasileri, krallık gibi otoriter sistemlerde tek elde toplanılan tüm yetkilerin zararlı sonuçlar doğurduğunu fark edince, tek elde toplanan bu güçlerin, farklı güç odaklarına ayrılmasının daha yararlı olacağını düşünerek, yasama – yürütme ve yargı diye birbirinden bağımsız olması gereken üç güç odağı oluşturmuşlardır. Yasama organı (meclis) yasaları yapacaktır; yürütme organı bu yasalara göre devlet işlerini yürütecektir; yargı organı da, yürütmenin yasalara uygun olup-olmadığını kontrol edecektir.
12 Eylül anayasası, devlet yönetimine egemen olmanın yolunu, tepedeki Cumhurbaşkanlığı, YÖK ve benzeri otoriter devlet kurumlarına bağlamışken, yeni anayasa değişikliği maddeleri, bunu çoğunluk oyunu alacak partinin denetimine bağlamayı hedeflemektedir. Çoğunluğu (%90dan fazlası) Müslüman olan bir ülkede de din propagandalı bir parti hep çoğunluğu sağlayacağına göre, devlet yönetimi tek elde toplanmış olacaktır. Halbuki batı demokrasilerinde kuvvetler ayrılığı çok önemlidir. Yani yasama, yargı ve yürütmenin (hükümetin) her biri, birbirinden tamamen bağımsız olmalıdır.
Türkiye’de ise şu an, yasama ve yürütme aynı eldedir. Yani hükümet mecliste mutlak çoğunluğa sahiptir ve yasaları istediği şekilde çıkarabilmektedir. Bu nedenle de seçim sistemine %10 luk bir baraj konularak, %30-40lık oylarla % 70lk meclis çoğunluğu sağlanacak yöntemler uygulanmaktadır.
Demokrasinin nasıl işlemesi gerektiğini tam kavrayamamış toplumlarda, yasama organı olan meclisin üyeleri, kendilerini bir iş ve meslek gurubu temsilcisi olarak görmezler. Onlar kendilerini ya bir tarikatın, ya bir ırkın yahut da başka tür bir siyasi görüşün temsilcisi olarak gördüklerinden, toplumsal bir birlik ve bütünlük oluşturacak şekilde yasa ve yönetmelikler oluşturulması olanaksızlaşmaktadır. Yasa ve yönetmelikler tüm halkı kapsayacak ve kaynaştıracak şekilde olmayınca da, ne yürütücü hükümet başarılı olabilmekte, ne de halk memnun olmaktadır. İşte asıl sorun, bu noktadan kaynaklanmaktadır. İnsanlarımızın mantığında temelde bir bozukluk vardır. Bu bozukluk nedir? Nerden kaynaklanmaktadır?
Düşünce ve davranışlarımızın akıl ve mantığa dayandırılması, sorunlarımızın çözümü için önemlidir, çünkü akıl ve mantık bir canlının sorunlarını çözme yeteneğidir. Bu yeteneğiniz sağlamsa sorunlarınızı çözersiniz, bozuksa, çözemezsiniz.
Sürekli değişim-dönüşüm içindeki doğa ve dünyamızın nasıl böylesine sürekli bir değişim dönüşüm içinde olduğunu anlamak için, kuantum fiziğinin nasıl geliştiğine bakmak gerekir.
Kuantum kavramının ortaya çıkışıyla elektron, foton gibi temel öğelerle yapılan deneyler, “atom-altı-parçacıklar” olarak tanımlanan bu en temel doğal sistem öğelerinin sabit bir yapısal şekilde olmadığını ortaya koymuştur. Sabit bir yapıda olmamaları demek, bu temel öğelerin durumlarının sürekli değiştiği anlamına gelmektedir. Kah var, kah yok olmuş gibi görünmektedirler. Kuantsal öğelerin bu değişkenlikleri Schrödinger (1926) tarafından, onların sürekli bir salınım (dalgalanma) içinde oldukları şeklinde yorumlanmış ve meşhur Schrödinger denklemi ortaya çıkmıştır. Scrödinger’in denklemi kuantum fiziğinin en temel formülü olmuştur.
Oluşturduğu bu formülün proton, nötron, elektron, foton gibi varlıkların temel yapı-taşlarının davranışlarını açıklaması, Schrödinger’in doğaya bakış açısını değiştirmiş ve bu temel öğelerin sürekli salınım içinde olmalarından giderek, doğadaki tüm yapısallaşmaların köpüksü (Schaum-Struktur) şekilde, yani sürekli değişkenlik içinde olmaları gerektiğini savunur olmuştur. Yani, kuantum fiziğinin oluşumunda büyük katkıları olan Schrödinger, doğa ve dünyamızın sabit yapılı ve dokulu bir sistem değil, sürekli değişim-dönüşüm içinde olması gereken bir sistem olarak tasarlamıştır.
Ancak genelde insanlar gelenek ve göreneklerin etkisiyle programlanıp-yönlendirildiklerinden, doğa ve dünyadaki varlıkların kendi-kendilerini “information & self-organisation” yöntemiyle örgütleyip-geliştirebileceğini bir türlü kabüllenememişlerdir. Çünkü tüm geleneksel hayat görüşleri doğadaki oluşturucu-yönlendirici gücü, varlıkların dışında olduğunu varsaydıkları “vis plastica” olarak tanımlanan “olağan-üstü güçlü-kuvvetli-bilgili” (omnipotent= her şeye kadir, omniscient= her şeyi bilen, omnipresent= her an her yerde olabilen) bir yontucu-şekillendirici varlık şeklinde tasarlamışlardır. “Vis plastica”, bir heykeltıraş gibi maddeleri şekillendirerek doğayı oluşturan şekillendirici kuvvet anlamını taşır.
Bu tür bir temel hayat ve doğa görüşü ile simetrileri kırılıp, ona göre sabitleştirici ve köleleştirici işlemlere uğrayan insanlar (ister fizikçi, biyolog vs. olsun, ister din adamı olsun), doğadaki oluşum mekanizmasını bir türlü gerçeğe uygun şekilde açık ve net ifade edememişlerdir.
Bu nedenle:
►fizik deneylerinin çok net bir şekilde varlıkları oluşturan temel öğelerin “kuantların temel özellikleri” başlığı altında açıklanan özelliklere sahip olduklarını göstermelerine;
► ve dinamik sistemler fiziğinin doğadaki tüm oluşum ve gelişimlerin “information & self-organisation” esasları çerçevesinde gerçekleştiğini ıspatlamasına rağmen,
insanlık hala temel eğitim sistemini asırlar öncesinin doğal ve hayat görüşüne göre yürütmektedirler. Bu hatalı doğal sistem görüşlerine göre simetrileri kırılıp, köleleştirilen ve sabitleştirilen insanlar da, bir türlü doğal sistemi anlayamamaktadırlar.
Schrödinger’den sonra en son Wolff (1998, 2008) doğal sistemin dalgalanma yapılı (wave structure of matter) şeklinde olduğunun fiziksel argümanlarını ortaya koymuş ve Schrödinger’in “Schaum-Struktur” görüşünün doğru olduğunu “Schrödinger’s Universe = Schrödinger’in evreni” adını verdiği kitabında ifade etmiştir.
Şimdi bu temel fizik verileri ışığında, doğadaki varlıkların içyapısallaşmalarının nasıl olduğunu bir şekil üzerinde gösterip, açıklayalım.
Örnek olarak hepimizin bildiği tuz kristalini ele alalım. NaCl kimyasal formülüyle bilinen tuz kristalinde sodyum (Na) ve klor (Cl) elementleri, 3-boyutlu (3-eksenli) bir geometrik yapıda dizilirler. İki Na ataomu arasındaki mesafe, en küçük kristal öğesini tanımlayan “birim-hücre” olarak bilinir ve yaklaşık 5.64 angström kadardır. (Angström 10-8cm.)
Şekil 33: Doğadaki yapısallaşmalar Schrödinger’in terimiyle “köpüksü bir dokuda”, Wolff’un terimiyle “wave-structure = salınımcı bir yapıdadır”.
>(A) şeklinde doğadaki 3-boyutlu, dolayısıyla 3-eksenli yapısallaşma sistemi ve bu sistemi başlatan kuantsal salınımcılar;
>(B) şeklinde, tuz kristalindeki Na ve Cl atomlarının sıralanış şekli ve atomlar arasındaki uzaklık (birim-hücre boyutu yaklaşık 5.64 angström (A0)dür).
>(C) şeklinde her bir atomun sürekli salınım içinde olma durumu ve atomların birbirleriyle etkileştikleri (haberleştikleri) (Wolff 2008den).
> (D) şeklinde ise canlılar aleminin temel öğelerinden olan proteinlerin, çevre koşullarına göre nasıl şekil değiştirdikleri ve bir mekanik alet gibi işlevler yaptıkları gösterilmektedir.
Sonuç olarak şunu vurgulamak gerekir: Bizim cansız olarak düşündüğümüz taş, toprak, vs. gibi maddeler cansız değildirler, içlerinde yaşam ve hareketlilik vardır. Her bir varlığın yüzeyinde plasmon denilen ekstra bir sinyal sistemi oluşur ve biz onun için bir tuz kristalini, bir yaprağı, bir elmayı birbirinden farlı nesneler olarak algılarız.
“Tabana Dayalı Karşılıklı Bağımlılık Dereceleri ve Katalizör Etkisi” başlıklı bölümde vurgulandığı üzere, her varlık bağımlı olduğu enerji kaynağı türleriyle nasıl etkileşim oluşturacağının kayıtlarını tutmak zorundadır. En temel enerji kaynağı da kuantsal öğeler olduklarından, sonradan oluşan molekül, kayaç, hücre, hayvan, vs gibi tüm üst-düzey varlıklar, hem kendi iç bileşenleri arasında, hem de çevresindeki diğer varlıklarla sinyal alışverişlerinde bulunmak zorundadır. Bu zorunluluk ise, varlıkların yapısal durumlarının sürekli bir hareketlilik, yani salınımlı yapı, Wolff’un terimiyle “wave-structure” içinde olmasını gerektirir.
Bileşenlerden kökenlenen bu canlılık ve yaşam başlangıcı etkinliği, günümüz dünyasında kendini tam anlamıyla göstermektedir. İnternet dünyasında tabandaki bireylerden kökenlenen binlerce aktivite, toplum hayatını yönlendirir olmuştur. Facebook, twitter, youTube, yahoogroups, google vs çerçevesinde binlerce farklı fikir ortaya atılmakta ve insanları etkilemektedir. Liderli sistemler bu tür aktivitelerden zararlı gördüklerini kapatmaya çalışmaktalarsa da, uzun vadede, tabandan (halktan) kökenlenen bu girişimler gittikçe artacak ve toplumsal sistemi içten feth edecektir. Çünkü doğal sistemde yönlendirici, hayat verici, kuvvet oluşturucu temel faktör, bileşenlerin bizzat kendilerindedir. Onun için doğa ve dünyamız sürekli değişim içinde (yani wave-structure) olmaya devam edecektir.
Akıl ve mantık bir canlının sorunlarını çözme yeteneği olduğuna göre, hem kendinin hem de tüm diğer varlıkların sorunlarını katmerleştiren insanlığın akıl ve mantık sistemi sağlam olabilir mi?
“Ortak Kaynakların Paylaşımı Trajedisi” olarak da bilinen “Allmende dilemma” şimdiye kadar hiçbir devletin çözemediği bir sorundur. Bunun yanı sıra işsizlik, işçi-işveren, amir-memur kavgaları, her tür komplo, her türlü cinayet, miras davaları, ırk-din-dil ayrımına dayalı sorunlar, çevre-kirliliği, vs. gibi insanlığın çözemediği daha sürüyle sorun vardır.
Ve hepsinin temelinde insanın hayata bakış açısı yatar.
Hayata bakış açısı derken şunu kast ediyorum: Hayat neden doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuştur ve bunu böyle ayarlayan güç sistemi nasıl bir güç sistemidir? Neden böyle bir döngüyü tercih etmiştir?
İşte sorun bu sorunun yanıtını bilip-bilmemenize bağlıdır. Bu sorunun bilimsel yanıtı bizi tüm sorunlarımızın çözümüne götürür.
Sürekli değişim-dönüşüm içinde olan dinamik bir doğal sistem içinde yaşıyoruz. Dinamik sistemli bu doğada her şey “information & self-organisation = çevrendeki değişim dönüşümler hakkında bilgi edin ve o bilgilere göre örgütlen” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği teorisi ilkelerine göre gerçekleşmektedir. Bilgi ise hep varlıkların iç bileşenlerinde (yani bedenlerimize ait tüm bilgiler bedeni oluşturan hücrelerimizde) kayıt altına alınıp-işlenmektedir. Yani bizlerin düşünce ve davranışını düzenleyen ve kontrol eden varlık, içimizdeki hücrelerimizdir. Hücreler bu işi yaparken, duyu organlarıyla kendilerine gelen verilerden yararlanırlar. Çünkü onlar değişim dönüşüm içinde bir doğal sistem içinde yaşadıklarını ve bağımlı oldukları enerji kaynaklarının sürekli değiştiğini çok iyi bilmektedirler. (Enerji kah bir dinozor bedeninde, kah bir memeli hayvan, kah bir mısır veya buğday tanesi içinde depolanır. En temeldeki canlılar olan kuantsal salınımcılar (wavicle) ise, doğadaki en ekonomik enerji depolayıcı yapısallaşmalara tünelleme etkisiyle göçerek, en iyi yapısallaşmaların devamını, kötülerin ayrışmasını sağlayarak, doğadaki denge ve düzeni, milyarlarca yıllık süreçte oluşturmaya çalışırlar. Dolayısıyla, hücreler de daha tabandaki başka canlılara bağımlıdırlar.) Bu nedenle hücreler çevrelerinde nelerin nelere dönüştüğünü, ne tür yenilikler ortaya çıktığını vs. duyu organlarından kendilerine gelen verilere göre düzenlenmek zorunadırlar. İşte sorunlarımızın nedeni bu konuda hücrelerimize verdiğimiz temel bilginin yanlışlığından kaynaklanmaktadır. Bizler genel hayat görüşü olarak, canlılığımızı ve hayatımızı hücrelerimize bağımlı, onların tasarımı ve denetimi altında olduğu şeklinde, yani tabana bağımlılık prensibi şeklinde çocuklarımıza aktarmıyoruz.
►- Hücreler neden beden gibi yapısallaşmalar içinde bir araya gelirler?
◘- Daha rahat bir yaşam düzeyine ulaşmak için!
►- Bedendeki ortak yaşam sisteminin kurallarını kimler koyuyor?
◘- Hücrelerin bizzat kendileri karşılıklı sinyalleşmelerle ortaklıklarının temellerini oluşturuyorlar!
Ve bu kurallar 1-2 yılda değil, milyonlarca yıl süren karşılıklı etkileşimler sonucunda olgunlaşıyor! Öyle bir kişinin “Şu şöyle olsun” demesi şeklinde bir oluşum doğada mevcut değil. İnsanlık yaklaşık 2-3 milyon yıllık bir geçmişe sahip, ve ancak günümüzde bu sorunu tartışmaya ve ortak yaşamın kurallarını oluşturmaya başlamak üzere.
Aynı sorun insanların önünde duruyor. İnsanlar neden toplum denilen sistemler içinde yaşıyorlar da, tek-tek aileler şeklinde yaşamıyorlar?
Dolayısıyla, insanların daha rahat bir yaşam düzeyine ulaşmaları için başvurulacak yöntem, toplum hayatının bir ortak yaşam sistemi olarak görülmesi ve buna göre davranmasıdır.
Sözün kısası, sorunlarımızın hepsinin tek bir nedeni vardır, o da, doğadaki sistemi yanlış yorumlamış olmamız ve bu yanlışlığı gelenek-göreneklerimize işleyerek, sosyal bir hastalık şeklinde nesilden nesile otomatik olarak aktarmamızdan kaynaklanmaktadır.
(H. Avcı’nın (2010) ” … bu ülkede bunca olumsuzluk varsa ve yıllardan beri devam ediyorsa, her şey kötü ve yanlış ise, bunun sebebi ufak tefek şeyler ve kişilerin hatası olamazdı. Hata, tüm eylemlerimizi yönlendiren, anlamlandıran fikir ve düşünce sistemimizin kaynağı olan dogmatik inançlarımız ve kutsallarımızdaydı.
…. uğruna gece gündüz çalıştığım, varlık sebebi gördüğüm değerlerin, ihtiyaca cevap vermediğini, hatta tüm sorunlarımızın kaynağı olduğunu anladım. Bu gerçeği kabullenememenin, kendime bile itiraf edememenin, öldürücü tesirini yaşadım.
…Kurallarımızı çağdaş dünya değerleri ile kıyaslamadan sadece alışkanlık olduğu ya da gelenek haline getirdiğimiz için doğru kabul etmek yanlıştır.” şeklindeki yakınmaları bunu doğrulamaktadır.)
Çok sorunlu bir dönemden geçiyoruz ve sorunlarımızı çözemediğimizden, gittikçe daha karanlık bir döneme doğru gidiyoruz. İnsanlar farklı kutuplara ayrılmışlar ve birbirleriyle anlaşma-uzlaşmadan çok uzaklar. Kimimiz temel düşmanı dışımızdaki güçlerde arıyor, kimimiz içimizde ve bu nedenle hep birbirimizle sürtüşmek ve savaşmakla meşgulüz.
Sizlere yıllardır çok basit bir çözüm formülünden söz ediyorum. Bu basit formülü uygularsak tüm sorunlarımızın ortadan kalkacağını somut örneklerle gösteriyorum. Ama öylesine kafamızı başka yönlere bakmaya şartlandırmışız ki, ne medya bu basit çözüm formülünü bir-iki paragrafla sütunlarına alıp, bu konuyu okurlarının dikkatine sunuyor, ne tepedekiler bu formülü dikkate değer görüp üzerinde bir tartışma başlatıyor. Hâlbuki bu formül doğadaki sistemin özünden türetilmiş bir formül; yani tamamen fizik, kimya, biyoloji, jeoloji, vs gibi temel doğa bilgilerinden yararlanılarak doğadaki oluşum sistemini tanımlayan tamamen bilimsel verilere dayalı bir çözüm formülü.
Peki neden insanlarımız önlerindeki bu basit formülü dikkate alıp, sorunlarının üstesinden gelmiyor da,
► hala düşmanı farklı yerlerde arıyor? Düşman kafamızdaki yanlış bilgilerde değil mi?
► Kafamızdaki bilgiler doğru olsaydı, tüm sorunları çözen ve tamamen doğal sistem bilgilerine dayalı olarak oluşturulmuş bir formülü dikkate alıp, birbirimizi karşılıklı olarak öldürmeye son vermez miydik?
İnsanların davranışları beyinlerine işlenen bilgilerle denetlenir. Bu bilgiler arasında temel “hayat” görüşü en önemli olanıdır. Hayatınızın anlamı nedir, hayattan beklentiniz nedir? Bu soruyu kendinize sorun ve yanıtını verin.
Çoğu insan hayatın anlamının ne olduğu sorusunun yanıtını bilmez. Dolayısıyla hayatın neden “doğum-ölüm döngüsü” üzerine oturtulduğunu da bilmez. Bu nedenle hayattan beklentisi “daha fazla mal mülk sahibi olmak“gibi doğadaki mevcut oluşumlardan bir pay kapmak şeklindedir. Özetlenecek olursa “pay kapmak” günümüz insanlığının hayatlarındaki temel amaçtır. Bu temel hayat görüşü etkisi altında yetiştirilen insanlık, sahip olduğu mesleğe göre, doğayı parsellemeye ve payını artırmaya çalışmaktadır. Yöneticilik dediğimiz devleti (yani toplumsal sistemi) sevk ve idare etmekle yükümlü olanlar da, devleti bir toprak parçası olarak görürler ve o toprak parçasını sahiplenmek, onu büyütmek için çabalarlar. Yani temel hedefleri o toprak parçası üzerinde yaşayanların daha rahat ve mutlu yaşamalarını sağlamak değildir. Amaç ve hedef bu olmayınca, toplumsal bir ortaklık sistemi oluşturma gibi bir çaba da bulunmamaktadır.
Halbuki temel amaç ve hedef, yaşayanların nasıl daha mutlu bir sisteme kavuşturulacağı olsaydı, o zaman yöneticiler arasında karşılıklı bir anlaşma ve uzlaşma eğilimi olurdu, çünkü rahatlamaya giden yol birleşme ve bütünleşmeden, yani ortaklıklar oluşturmaktan geçer.
Toplum bir ortaklıktır. Ortaklık oluşturmanın temel nedeni, daha rahat bir yaşam düzeyine ulaşmaktır. (Yalnız başına yaşayan bir insan tüm gereksinimlerini kendisi karşılamak zorundadır. Buğday yetiştirecek, değirmen yapıp un öğütecek, fırın yapıp ekmek pişirecek; demir, bakır, vs bulacak, bu madenleri ergitecek düzenekler yapacak, onlardan kap-kacak, kazan, tencere üretecek; yiyeceği etleri sağlayacak hayvanları yetiştirecek, giyeceği elbiseleri yapacak pamuk üretecek, pamuktan iplik yapacak tezgahı, iplikten kumaş yapacak atölyeyi, vs, vs. 24 saatlik günlük bir döngü ile sınırlanan hayatta bu işleri yapmaya hiçbir insan yetişemez; bunları yapacak ne zamanı ne de bilgi kapasitesi vardır.) Çünkü yalnız yaşayan biri her işi kendisi yapmak zorundayken, ortaklık sisteminde her birey bir iş yapar ve hizmetler karşılıklı olarak takas edilir. Bir şeyi en iyi şekilde yapanlar tercih ve teşvik edilir.
Dolayısıyla, en ekonomik şekilde bir şey yapma çabaları (yani bilgi oluşturma) hayatın temel amacını oluşturur. Bu nedenledir ki, doğadaki oluşum ve gelişimleri açıklayan dinamik sistemler fiziği “information & self-organisation = bilgi edin ve ona göre örgütlen” olarak özetlenmektedir.
Ortaklıklar, karşılıklı anlaşıp-uzlaşmayla sağlanır. İnsanların, özellikle de siyasetçiler ve diğer yöneticilerin, birbirleriyle daha rahat bir ortak yaşam sistemi oluşturma konusunda anlaşıp-uzlaşamamalarının tek bir nedeni vardır: Mantıksal değerlendirme sistemlerinde temel bir hata olması.
Bu hata insanların yaşamlarını lider olarak kabul ettikleri kişilerin görüşleri doğrultusunda yönlendirmeye alıştırılmış olmalarından kaynaklanır. Günümüz liderlerinin görüşleri ise, geçmiş zamanlardaki “liderlerden” esintilerdir. Durum böyle olunca, toplumu yönetmekle görevli kişilerin temel amaçları, insanlarını daha rahat bir yaşam düzeyine ulaştırmak değil, kafalarındaki liderlik sistemi bilgilerini savunmak olmaktadır. Dinciler, kapitalistler, sosyalistler, liberaller, milliyetçiler, vs. her biri kendi görüşlerini savunmak ve hayata geçirmek için masaya otururlar. Daha rahat bir yaşam düzeyine ulaşmak gibi “hayatın evrensel amacına uygun” temel bir görüşleri yoktur!
Mantıksal sisteminde bozukluk olan insanların birbirleriyle anlaşıp-uzlaşması söz konusu olamaz, çünkü her bir taraf, diğer taraftaki mantıksızlığı ileri sürer. Onun için mantıksal sisteminde bozukluk olmayan bir görüşün temel alınarak, o görüş çerçevesinde masaya oturmaktan başka çözüm yolu yoktur. Ülkemizde (ve de dünyamızda) yaşananlar hep bu temel mantık çarpıtılmasından kaynaklanmaktadır.
Hayatın müsveddesi yoktur. Hayatımızı doğal sistem işleyişine uygun olarak düzenleyip gereken şeyleri gereken zamanda yaparak yaşamımızı sürdürdüysek, gözümüz arkada kalmadan mutlu bir yaşamdan sonra tekrar hücrelerimize ayrışırız. Diğer durumda ise, mutsuz bir yaşamdan sonra, gözümüz arkada, yine hücrelerimize ayrışırız. Yaşamımızı doğadaki sistemle uyumlu olarak yaşayabildikse, yaşadık oluyor. Yoksa bir ömür geçiyor ve hücreler yeni bir varlık içinde yarışlarına devam ediyorlar.
Hücrelerimiz de yeni bir yaşam oluşturacak şekilde doğadaki bilgi edinme ve bu bilgilere göre kendilerini yeniden örgütleme işlemlerine devam ereler. Hayat bu şekilde devam eden bir bilgi edinme ve bu bilgilere göre tekrar örgütlenme yarışlarından oluşur. Çünkü zaman denilen faktör, maddelerin bu tür bir değişim-dönüşüm sistemi içinde olmasını gerekli kılar. Ebediyet, sonsuzluk gibi bir şey olması mümkün değildir. Varlıklar (maddeler) birbirlerine dönüşmeyecek olurlarsa, zaman denilen şey durmuş olur (Zaman ve Zamanlama bölümüne bak.).
Ama atalarımız sanki hayatın müsveddesi varmış, bu dünya hayatı geçici, öteki dünya hayatı ebediymiş gibi bir düşünce oluşturmuşlardır. Peki atalarımız neden “öteki dünya” diye bir kavram oluşturmuşlardır?
Önceki bölümlerde gösterildiği üzere, insanların düşünce ve davranışları kalıtsal devreler yanı sıra, ana-babalardan (ve çevreden) aktarılan görsel ve sözel bilgilerle (hikayeler, gelenek ve görenekler, vs.) şekillenmektedir. Aktarılan bu bilgilerin çoğunluğu sözlü olarak aktarılmaktaysa da, yaklaşık 5 bin yıldan beri yazılı aktarımlar gittikçe ağırlık kazanmaktadır.
Arkeolojik bulgular, insanların geçmişte nasıl yaşadıkları hakkında çok önemli bilgiler içermektedirler. Bu veriler arasında toplumsal hayata geçişin yaklaşık 12 bin yıl önceleri olması yanında, bu geçişin ilk defa dünyanın neresinde gerçekleşmiş olduğu hakkında da gerekli ipuçlarını vermektedir. Bu bölge Mezopotamya adı verilen Dicle-Fırat ırmaklarının Basra Körfezine döküldüğü yöreler ve o bölgeye komşu çevrelerdir (Irak merkez olacak şekilde, Türkiye’nin Güneyi ve Güneydoğusu, İran’ın Güney-Batısı, Suriye-Mısır arası). Arkeolojik verilerden ayrıca, kültür düzeyinin, eski zamanlarda dünyanın bir yerinden diğerine ne kadar uzun bir sürede aktarıldığını da görmekteyiz. Örneğin Mezopotamya'da 9-10 bin yıl önceleri başlatılan kasaba-kültürü Kuzeybatı Avrupa'ya yaklaşık 4 bin yıl sonra ulaşabilmiştir! Tüm eski toplumsal yaşam noktalarının bu hilal (yarım-ay) şekilli bölgede bulunması, yöreye “Fertile Crescent” (bereketli hilal) yakıştırması yapılmasının bir nedenidir.
Yine arkeolojik bulgular yöredeki bu muazzam gelişmenin Sümerler denilen bir kavmin buraya gelmesiyle başladığını ortaya koymaktadır. Sümer ismi, yörede yaşayan semitik (arap-israil) ırka mensup Akad’ların dilinde "land of the civilised lords = kültürlü efendilerin ülkesi" anlamında “Sumeru” sözcüğünden gelmektedir. Sümerler ise kendilerini "the black-headed people = kara başlı toplum" olarak tanımlamışlar ve denizden iki-ırmak ülkesine geldiklerini belirtmişlerdir (Ceram 1972). Sümerler insanlık tarihinde yazı yazmayı ve yazılı belgeler oluşturmayı ilk defa bulan ve uygulayan kavim olarak büyük önem taşır.
Sümerler yazılarını çivi yazısı şeklinde kurutulmuş kil tabletlere üzerine yazmışlardır. Bu çivi yazısı tabletler 1920’lerde başlayan arkeolojik kazılarda bulunmaya başlanmış ve o tarihten sonra da, insanlığın kültürel gelişim tarihi, klasik yunan kaynaklı eserlerin etkisinden biraz kurtulunarak daha gerçekçi şekilde değerlendirilmeye başlanmıştır.
Arkeolojik kazı verilerine göre Sümerlerin tarihi tufan öncesi ve tufan sonrası olarak iki farlı döneme ayrılmaktadır. Tufan öncesi dönemin Dilmun denilen ve yaratılışın ilk başladığı yer olan bir adada geçtiği ve insanlığın o dönem çok mutlu olduğu ve altın çağını yaşadığı belirtilir. Dilmun aynı zamanda güneşin doğduğu yer olarak da tarif edilmiştir.
(Bir not: kazı yapılan ve bulunan çivi yazısı tabletler tufan sonrası döneme aittir ve hepsi Mezopotamyadaki kazılarda bulunmuştur. Dolayısıyla, tabletler, geçmiş bir zamana ait bilgileri, o günün bakış açısıyla yansıtmaktadır.)
Tanrıların diyarı olarak bilinen Dilmun’da
“Dimun’da karga bağırmaz,
…
Oğlak boğazlayan yaban köpeğine rastlanmaz,
Tahıl yiyen …(?) … bilinmez,
Dul kadın bulunmaz,
…
Güvercinin boynu eğik değildir,
Gözü ağrıyan “Gözüm ağrıyor” demez,
Başı ağrıyan “Başım ağrıyor” demez,
…
O günlerde orda yılan yoktu, akrep yoktu, kurt yoktu,
Orada korku bilinmezdi, terör yoktu,
İnsanın düşmanı yoktu.
O günlerde (doğudaki) Şubur ülkesi bolluk, hakaniyet yeri,
Güneyde tatlı dilli Sümer, sultanlığın egemen olduğu büyük ülke,
(Batıda) Martu ülkesi, güvenlik içinde,
Tüm evren, tüm insanlık bir birlik içinde,
Tek bir dilde Enlil’e methü sena etmektedir.” (Karmer 1961’den)
İlk insanın yaratılışı da Dilmun’da olur. Bir örneği Louvre Müzesinde, diğeri Philadelphia Üniversite Müzesinde bulunan iki ayrı Sümer belgesinde, "İnsanın yaratılışı" işlenmektedir. En iyi korunmuş olanı bile dört parçaya kırılmış olarak bulunan bu tablette, 'insanın çamurdan yaratılışı olayı ve yaratılış gerekçesi (tanrıların yiyeceklerini sağlamak, vs.)" şöyle işlenmiştir (Kramer 1961):
(Başlangıç bölümünde, tanrıların, özellikle kadın tanrıçaların ortaya çıkışlarından sonra, karşılaştıkları ekmek bulma zorluğu anlatılmaktadır. Tanrılar, Sümerler'in aynı zamanda bilgelik tanrısı da olan, dolayısıyla yardımına ihtiyaç duydukları deniz tanrısı Enki'nin uykuda olmasından, dolayısıyla kendilerini duymamalarından yakınmaktadırlar. Bunun üzerine, tüm tanrıların anası, tanrıların yakarışlarını Enki'nin önüne getirir ve söyler:
"Ey benim oğlum, yatağından kalk, ... , işe yararlıyı yap,
Tanrıların model hİzmetÇİlerİnİ, onların ...i..ini üretmeleri için, ..."
Enki düşünür ve annesi Nammu'ya şunları söyler:
" Ey benim annem, adını andığın yaratık ...
,,,,, ...;
Derinlerdeki çamurun özünü karıştır,
İyi ve asil modelciler çamuru sertleştirsinler,
Sen onun kol ve bacaklarını yap;
Ninmah (Yer'i doğuran tanrıça) üstünde çalışsın,
,,, (doğum tanrıçası) modelleme sırasında yanında olsun;
Ey benim anam, onun (yeni doğanın) kaderini sen tayin et,
Ninmah ona tanrıların ... ini bağlasın,
,,,, insan olarak ,,,."
Bundan sonra, Ninmah derinlerden çamur alıp, 6 çeşit insan modeli yapar. Enki onların kaderini tayin edip yiyecek verir.
Tabletteki Sümerce metin yer yer eksik olduğu için sadece iki tipin özelliği bilinmektedir: Bunlardan biri cinsiyetsiz bir insandır, diğeri ise, kısır bir kadındır. ,,,,"
"(Ninmah'ın) kadın olarak yaptığı ... doğurgan değildir.
Enki, doğurgan olmayan kadını görüp,
Onun kaderini tayin etti, onu "kadınlar evinde" kalmaya mahkum etti.
*
"(Ninmah'ın) ne erkek ne dişi organsız olarak yaptığı ...nı.
Enki, ne dişi, ne erkek organı olmayanı görüp,
Onun kaderini, kralın önünde durmak olarak tayin etti.
Daha sonra, Enki'nin kendisi de bazı insan tipleri yaratır ve onların kaderini tayin yetkisini de Ninmah'ın yapmasını ister.
Tabletlerin kırık ve eksik olması nedeniyle, bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinilmesinin şimdilik olanaksız olduğu Kramer (1961) tarafından vurgulanır.
Görüldüğü üzere, Sümerler insanın oluşumunu atomik-hücresel bir sistemde tasarlayamamışlardır, çünkü kuvvet dediğimiz gücü güneş, ay, rüzgar, deniz gibi büyük sistemlerde görmüşlerdir. Bu nedenle gökte hareket eden her varlığı bir tanrı olarak kabul etmişler ve saptayabildikleri hareketli varlık (gezegen) sayısı 7 olduğundan, her birine bir gün atfederek 7 günden oluşan haftalık zaman birimini oluşturmuşlardır. Güneşe atfen Sun-day, aya atfen Mond-day, Marsa atfen Mardi (veya Tues-day), Merküre atfen Mercredi (veya Wednes-day), Jüpitere atfen Jeudi (veya Thurs-day), Venüse atfen Vendredi (veya Fri-day), Satürne atfen Samedi (veya Satur-day)!!! Bazı kültürlerde ise bu gök cisimleri görünür büyüklüklerine göre sıraya konularak; en büyüğü Güneş’e atfen 1. gün, ikinci büyüğe (Ay) göre 2. gün, .. 4. gün (car-ü-şembeh=çarşamba), 5. gün (penç-ü-şembeh = Perşembe), vs. şeklinde isimlendirmeler yapılmıştır. Bu nedenle yedi günlük, hafta denilen bir zaman birimi oluşturulmuştur. Diğer 3 gezegen – Uranüs, Neptun, Pluto- gravite kuvvetinin keşfi ve Dünyamızın Güneş etrafında dönen bir gezegen olduğunun saptanmasından sonra bulunmuşlardır; yoksa bir hafta 10 günden oluşturulmuş olacaktı!!).
Kuvvet sahibi olarak sadece gözle görülen büyük varlıklar kabul edilince, doğadaki her şeyin de bu büyük güçler tarafından oluşturulmuş olması gerekeceği varsayımıyla, insanların oluşumu da yukarıda sunulduğu şekilde tasarlanmıştır. Doğada önce büyük tanrılar bulunduğuna göre, o tanrılara hizmet etmek onların ihtiyaçlarını gidermek için de insanlar oluşturulur. Oluşturulan bu insanlarda tanrı-özlü (asil soylu) olanlar uzun ömürlü olurlar ve ilahi güçlerin toplumlardaki temsilcileridirler. Onlara “me” adını taşıyan toplumsal hayata ait kutsal bilgiler verilir. (Sümerlerde bilgiler kil tabletlere yazılı olduğundan, bu “me” tabletlerinin bir sandık içinde saklandığı belirtilir. Bu sandığı ele geçirme savaşları olduğu bilinmektedir.)
Tanrıların gökten inerek yeryüzünde ilk insan uygarlığını (Dilmun’da) başlatmasından sonra, Tanrılar Meclisinde insanların doğru yoldan çıktıklarına, namus ve ahlaklarının bozulduğuna bu nedenle de tüm insanlığın yeryüzünden kaldırılmasına karar verilir. Büyük bir tufan oluşturulacak ve tüm dünya sular altında bırakılarak insanlık yok edilecektir. Tanrılardan biri (Enki) bu kararı pek beğenmez ve Ziusudra adlı inançlı ve Tanrılara hizmette kusur işlemeyen iyi bir kralı bu karardan haberdar eder ve bir gemi yaparak yakınlarını ve her canlıdan bir çifti içine yükleyerek bu büyük tufandan kurtulmasını öğütler. Bu şekilde ilk insan uygarlığı yeryüzünden yok olurken, Ziusudra ve soyu gemiyle kurtulur.
Bu şekilde atalarımızın kafasında, eskiden mutluluk içinde yaşadıkları bir (Dilmun, Eden (Adn), Cennet bahçesi) ve tufan sonrası geldikleri günümüz dünyası diye iki farklı dünya kavramı oluşur. Zaman içinde de eskiden yaşadıkları o ortam öteki dünya olarak başka bir kavrama dönüşür.
(Tufan olayı Kutsal Kitaplarda da yerini almıştır. Tufanın oluşum gerekçesi de yine insanlığın namus ve ahlakının bozulması sonucu, Allah’ın insanları cezalandırması olarak bilinir.
Kutsal kitaplara göre,
— Allah önce ışığı (geceyi gündüzü) yaratır (1. gün);
— sonra gök kubbeyi yaratarak, gökteki tatlı sularla yerdeki tuzlu suları birbirinden ayırır (2. gün);
— sonra yeryüzünde karaları denizlerden ayırır ve karalardaki bitkileri yaratır (3. gün);
— sonra güneşi, ayı ve diğer ışık kaynaklarını (4. gün);
— sonra denizlerdeki hayvanları ve havalardaki kuşları, (5. Gün);
— ve en son olarak da, dünyadaki tüm bu yaratıklardan yararlanması için insanı yaratır (6. Gün).
Görüldüğü üzere kutsal kitaplarda anlatılan tüm bu olaylar yeryuvarının ve hayat sisteminin oluşumunu açıklamaya çalışan görüşlerdir ve hepsinin Dünyamız üzerinde olduğu belirtilmektedir. Dolayısıyla Âdem’le Havva’nın ilk yaratıldığı yer dünyamızda bir yerdir.
Dünyamızdaki bu ilk yaratılış noktası Cennet olarak tanımlandığına göre, o Cennet, dünyada bir yerde olmak zorundadır. Daha sonra, Âdem’le Havva bir "günah" işledikleri için, Cennetten kovulurlar. Peki, Cennet neresiydi? İnsanlar nereyi terk edip, nereden nereye geldiler? )
Bu soruya verilebilecek mantıklı bir yanıt geçmişimizi doğru yorumlamamıza yardımcı olacaktır. Ve yanıt jeolojik verilerde bulunmaktadır. Şöyle ki:
11-12 bin yıl önceleri Güneybatı Asya’da neler olup bittiğine bakalım. 11-12 bin yıl önceleri, dünyamızın soğuk bir buzul döneminden, ılıman bir buzul- sonrası-döneme geçişine denk gelmektedir. Aşağıdaki şekilde 20 bin yıl öncelerine ait buzul devri coğrafyası görülmektedir. Buzullar denizlerdeki suyun buharlaşıp, kar ve buz olarak karalarda depolanması sonucu oluştuğundan, denizlerdeki su seviyesi, karalardaki buzul miktarına denk gelecek derecede düşüktür; bu da yaklaşık 130 m-lik bir deniz seviyesi alçalması demektir! Nereler buzullar altında, Nerelerden deniz çekilmiş? Örn. Basra Körfezi nerde?
Şekil 34: Son buzul devri coğrafik görüntüsü (Roberts 1984’den). Ve o dönemde Basra Körfezinin durumu.
13 – 73 bin yılları arası dünyamız iklimi çok çok soğuktur; insan yaşamına uygun bölgeler çok sınırlıdır. İnsan nüfusunun yoğun olabileceği yerler Nil, Dicle-Fırat, İndus, Ganj, Mekong vadileri gibi, suyun bulunduğu, ekvator bölgesine ve deniz seviyesine yakın bölgeler olmak zorundadır. Bu seçenekler arasında en ideali - Arkeolojik bulguların gerektirdiği Güneybatı Asya konumlu tek bölge olan - Dicle-Fırat vadisi ve Basra-Hürmüz-Ovası’dır, çünkü deniz seviyesinin bile altındadır ve kuzey rüzgarlarından korunmuştur ve üstelik üzerinde çok sığ ama çok büyük bir tatlı su gölü (içinde de bir sürü adası) bulunmaktadır (Şekil 27) . Buzul devri süresince en ideal yaşam yeri olan bu vadi (ve diğerleri), buzul sonrası dönemdeki insanlık için tam bir işkence vadisine dönüşmüştür. Çünkü, yüksek dağların (Zağros Dağları) tepelerinde ve yamaçlarında bulunan buzul örtüleri, iklimin gittikçe ısınması nedeniyle ergimeye başlamışlar; buzulların ergimesiyle oluşan sulara, buzul örtüsü altındaki donmuş topraktaki buz kristallerinin de ergimesiyle, akışkan bir çamura dönüşen toprak da eklenir; böylelikle vadilerde her yıl tekrarlanan büyük çamur ve sel felaketleri oluşmaya başlar. (Solifluksiyon olayı!).
Aşağıdaki şekilde, Meteor araştırma gemisinin yaptığı araştırmalara göre Basra Körfezinin buzul dönemi sonu tekrar dolması aşamaları gösterilmektedir. Buzulların kaybolması sonucu, hem dünya iklimi daha sıcak olmaya, hem de insanların yaşam ortamları gittikçe artmaya başlamıştır; ama bir istisnayla: Buzul devirlerinin Basra-Hürmüz ovası üzerindeki göldeki adalarda ve deniz seviyesinin tekrar yükselmesiyle bağımsız adalara dönüşen diğer Basra ovası tümseklerinde! Çünkü buzulların ergimesiyle oluşan suların denizlere dolmasıyla, deniz seviyesi her yıl yaklaşık 1 cm kadar yükselmekte, dolayısıyla denizlere komşu olan tüm ovalar ve vadiler yavaş yavaş tekrar deniz suları ile kaplanmaktadır. Bu adalarda yaşayan insanlar, hem her yıl tekrarlanan sel felaketleriyle, hem de yaşadıkları ortamın her sene biraz daha deniz suları altında kalmasıyla boğuşmak zorunda kalmışlardır.
Şekil 35: Basra körfezinin buzul devri sonrası dolma aşamaları (Brentjes 1981’den değiştirilerek)
İnsanların bir araya gelip, toplumsal hayat sistemini oluşturmasına yol açan sınırlayıcı ortam koşulları işte bu durumdur! Bunun sonucu insanlar arası karşılıklı etkileşim kritik değere ulaşmış ve insanlar toplum hayatı denilen yeni bir üst sistem oluşturmuşlardır. Ama sistemin sahipliği konusunda çok büyük bir hata yapmışlardır. Kuvvet dediğimiz yaptırımcı faktörün, varlıkların dışında olduğunu varsaydıkları tanrısal güçleri temsil ettiklerine inandıkları tepedekilere bırakmışlardır.
Her şey bir ihtiyaçtan doğar ve ihtiyaçlar bilgi oluşturularak giderilirler. Her darda kalan, sıkışan öğe, sorunu aşmak için arayışlara girer ve bunun sonucu bilgiler üretilmeye başlanır. İnsanların insanlaşması, yani vahşi davranışlı hayat tarzından, uygar ve birbirlerine karşılıklı saygı duyan bireylere dönüşmesi de bir ihtiyaçtan doğmuştur. Gittikçe sulara gömülen ve her yıl sürekli sel felaketlerine maruz kalan bir adada mahsur kalan yabani insanlar, bu zor durum karşısında çare arayışına girerler.
O zamana kadar herkes birbirlerini rakip veya düşman olarak görürken ve birbirlerinden bağımsız olarak avcılık ve yabani meyve toplayıcılığı ile geçinirken, doğanın karşılarına çıkardığı bu her yıl tekrarlanan sel felaketleri ve gittikçe yükselen deniz seviyesi karşısında, gidecek başka yerleri olmadığı için, karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşime girmek zorunda kalmışlardır. İnsanlar (ve çevre faktörleri) arası etkileşimler doruk noktasına ulaştığında, karşılıklı uzlaşma sağlanacak bir “order parameter= düzen ölçütü” oluşturulmuş ve insanlar bu düzen ölçütüne uyarak toplumsallaşmayı başlatmışlardır.
Adanın çevresine set şeklinde duvarlar örmek, taşkınlara karşı alınacak tek önlemdir. Duvar örme ve sürekli olarak bu duvarların yıkılan kesimlerinin onarımı için belli insanların görevlendirilmesi gerekmiştir. Duvarcıların geçimini sağlayacak besin maddelerini de başkalarının temin etmesi gerekmiş, bu şekilde insanlar arası karşılıklı bağımlılık sistemi, yani toplumsallaşma başlatılmıştır!
Bir insanın normal olarak toplayacağı yabani meyve veya avlayacağı canlı sadece kendi ihtiyacını karşılayacak kadardır; halbuki duvar yapımı ile uğraşan insanların besinlerini karşılamak da onlara düşünce, çözüm arayışına girmişlerdir.
Tavukları yabanda avlamak yerine, onları “kümes”te yetiştirmek; buğday tanelerini kırda tek tek toplamak yerine, “tarla” gibi bir yer yapıp, buğday haricindeki tüm otları oradan uzaklaştırıp, daha dar bir alanda daha bol ürün elde edebilme bilgileri oluşturulur. Bu şekilde “tarla”, “kümes” gibi yeni yapılar ve bu yapıların nasıl yapılıp, işletileceğine dair yeni bilgiler oluşur. Avlanacak hayvanları kendilerinin üreteceği hayvancılık, toplayacakları meyveleri kendilerinin yetiştireceği ziraat usulleri bilgileri geliştirilir. Karşılıklı bağımlılık ve farklı alanlarda uzmanlaşarak verim ve üretimin artırılması sistemi olan toplumsallaşma, böyle bir ihtiyaçtan doğmuş ve böyle yeni bilgi sistemlerinin oluşturulmasıyla gerçekleştirilebilmiştir.
Görüldüğü üzere sinerjetik sistemde sürekli yeni kavramlar, yeni özellikler çıkar. Eskiden duvarcı diye bir kavram yokken, ortaya “duvarcı” diye bir meslek kavramı çıktı. Öyleyse, başka meslekler de oluşturulmak zorunda, çünkü duvarcının ihtiyaçlarının karşılanması gerek! Eskiden herkesin bağımsız olarak yaşadığını ve her türlü ihtiyacını kendisinin karşıladığını düşünürsek, şimdi karşılıklı bağımlılık içinde bir hayat sistemi oluşturulması söz konusudur. Önceden herkes kendi ihtiyacı kadar meyve toplarken, şimdi duvarcı için de pay ayırmak zorunda, onun için daha fazla meyve toplaması gerekiyor.
Bu sayede, bazı insanlar sel felaketlerine karşı adanın kenarına duvar örmekle meşgul olurken, bazıları onların yiyeceklerini temin etmek için, daha fazla besin maddesi elde etme çabası içine girmişlerdir. Böylelikle TOPLUMSALLAŞMANIN İLK ADIMI atılmıştır!
İnsanların yaşam ortamlarında gerçekleşen bu zorlayıcı koşullar nedeniyle, yeni bilgiler üretilmiştir. Bu yeni bilgiler insanları karşılıklı olarak birbirlerine bağımlılık içine sokmuştur. Bağımlılık yaşam standardının yükselmesine ve daha dar bir alanda daha fazla insanın birlikte yaşayabileceği yeni bir hayat sistemi ortaya çıkışına yol açmıştır. Avcılık ve yabani meyve toplayıcılığına dayalı bireysel yaşam tarzında, 100 km2lik bir alanda yetişen hayvan ve bitki ürünleri ancak bir ailenin ihtiyacını karşılayacak düzeydedir. Karşılıklı bağımlılığa dayalı sistemde ise, bu alanda binlerce aile yaşayabilmektedir. Toplumsallaşmanın gizemi bu özelliğinde yatar. Önceki bölümlerde vurgulanan bağlayıcı kuvvet ve enerji kazancı ilişkisi toplumsallaşmanın sırrını anlamak için gereklidir.
Daha ekonomik bir yaşam tarzı olan toplumsallaşma, ancak ve ancak insanların bilgi düzeylerinde gerçekleştirecekleri gelişmelerle sağlanabilmektedir. Çeşitli el sanatları, tarım ve hayvancılık gibi meslekler, bu konularda özel bilgiler oluşturulmasıyla mümkündür.
Toplumsal hayat, yeni bir anlaşıp-uzlaşma sistemi gerektirmiş ve insanları tekrar büyük bir sorunla karşı-karşıya getirmiştir. Arkeolojik-paleoantropolojik bulguların gösterdiği üzere, ilk yazılı anlaşma öğeleri resimlerden oluşur. Zamanla resimler gittikçe basitleşen simgelere dönüştürülmüş ve yaklaşık 5 bin yıl önceleri ilk çivi yazısı belgeler oluşturularak, toplumsal hayattaki karşılıklı ilişkilerin düzenlenmesinde devreye sokulmuş ve bu sayede yeni birçok meslek türü ve yeni yapısal öğeler (çeşitli yasa kitapları, yazılı meslek metinleri, vs.) ortaya çıkmaya başlamıştır.
Böyle bir ortamda toplumsallaşmayı başlatan Sümerlerin tufan sonrası geldikleri Mezopotamya’da “kültürlü efendiler” olarak adlandırılmasının nedeni budur.
Özetle:
—Buzul devri süresince dünyanın diğer yerleri soğuk ve kuraklık içindeyken, “Basra- Hürmüz Ovası“ diye adlandırdığımız bu 10–15-bin-yıl-önceleri-ovası üzerindeki yaşam koşulları diğer bölgelere göre çok daha iyidir. Bu nedenle burada yaşayan insanlar bu ılıman ve verimli ortamın çevredeki soğuk ve kısır yörelerden farklı olduğunun bilicindedirler.
—Buzul devrinin sona ermesiyle, hem sel felaketleri başlar, hem de deniz seviyesi yükselmeye başlar.
—Deniz seviyesi yükseldikçe insanlar ovadaki yükseltiler, tepeler üzerine çekilirler; ama bu yükseltilerin deniz içinde bir adaya dönüşeceğinden habersizdirler. Bu adalar üzerindeki yaşam 3–4 bin yıl kadar sürer. Doğa ve dünya hakkında çok az bilgi sahibi olan bu insanlar için, üzerinde yaşadıkları ada “dünya” olarak kabul edilir, çünkü binlerce yıldır çevrelerinde başka bir kara parçası olduğundan habersiz olarak bu ada üzerinde yaşamaktadırlar.
—Buzul devrinin sona ermesi sonucu başlayan ve her yıl sürekli tekrarlanan sel felaketlerine karşı adalarının çevresine duvarlar örerek yıllık taşkınlardan kendilerini korumaya başlarlar. Zaman geçtikçe sel felaketleri azalır. Ama deniz seviyesi yükselmesi, ~12–13 bin yıl öncelerinden başlayarak, ~6–7 bin yıl öncelerine kadar sürekli devam eder (yılda 1cm kadar).
—Yaşadıkları bu dünyanın (adanın) neden suya gömüldüğünü anlayamayan insanlar, “bir günah işledikleri için dünyalarının tanrı tarafından ceza olarak sulara gömüleceği” inancındadırlar.
—Gelecek bahardaki taşkınla birlikte adalarının tamamen suya gömüleceğini fark eden insanlar sal, kayık vs. gibi vasıtalar yaparak, bilinmeyen bir geleceğe kendilerini terk ederler.
—Dalgalar ve akıntılar tarafından günlerce bu şekilde deniz üzerinde sürüklenen insanlar, kıyıya çıktıklarında, eski dünyalarından kovularak bu yeni dünyaya geldiklerini sanırlar; vs..
—Yeni geldikleri bu yer parçasının eski yaşadıkları ortama hiç benzememesi ve insanların “cennet dedikleri bir yerden” günümüz dünyasına gelmiş olmaları, işte böyle bir olayın sonucudur.
Sümerlerin, “denizden iki ırmak ülkesine geldik” şeklindeki yazılı belgelerinin arkasındaki gizem bu noktadan kaynaklanır.
Olaylar bu şekilde yorumlanırlarsa, her şey anlamlı bir duruma gelir. Görüldüğü üzere, kutsal kitaplardaki cennet ve yaratılış hakkındaki sayfalar, jeolojik ve arkeolojik bulgulara göre ortaya konulan çağdaş bilimsel görüşlere genelde ters düşmemektedir; sadece atalarımızın neleri nasıl yorumlamış oldukları konusunda gerçeklere uygun çağdaş bir yorumlama gerekmektedir.
(Bu konuda daha ayrıntılı bilgiler (Atlantis kültürü, vs.) Gedik 2008’de bulunabilir.)
Toplum hayatında namus kavramının cinsel ilişkilerle bağlantılı düşünülmesinin nedeni:
Gerek Sümer belgelerinde, gerekse Eflatun’un kitaplarında, insanlığın oluşumu ve dünyaya yayılışı anlatılırken, kutsal soylu olduklarına inanılan yönetici kesimin, adi soylu olduğuna inanılan halk tabakasının kızlarıyla birleşmeleri sonucu, asil-kutsal özlerinin kaybolmaya başladığı ve soysuzlaştıkları ve bu nedenle de egemen oldukları toplumlarda işlerin kötüye gitmeye başladığı vurgulanır. Bu bilgiler dinsel öğretiler içine alınıp, gelenek-göreneklere işlenmiştir. Bu gelenek ve görenekler altında yetişen insanlarda, felaketlerin bu nedenle geldiği, toplumsal hayatta denge ve düzenin bu nedenle bozulduğu inancı yaygındır. Yani namus kavramının cinsel ilişkilerle bağlantı içinde düşünülmesi tufan olayının yanlış yorumlanmasından kaynaklanmaktadır.
Sonuç olarak şunu belirtmek gerekmektedir: Doğadaki oluşturucu güç sistemi kuantsal kökenli olarak tasarlanamayınca, ister-istemez harici güç sistemleri -Güneş (tanrısı), rüzgar (tanrısı), deniz (tanrısı), vs.- tasarlanmıştır. Doğada sürekliliğin korunması için de bu harici güç sistemlerinin ebedi (sonsuz ömürlü) olması kaçınılmazdır. Zamanın sonsuzluğu bu nedenle kabul edilmiştir.
Önce birkaç yaşanmış örnek vererek insan davranışlarındaki farklılığı görelim.
1. olay Türkiye’de 1970’li yılların sonlarında yaşanmıştır. Çorum yakınlarındaki bir MTA kampında çalışanlardan bir grup, arazi çalışmaları sırasında bir tavşan yakalar. Akşam kampa döndüklerinde tavşanı aşçıya verip, pişirmelerini isterler. Yemek zamanı, diğer elemanların da katılımıyla, masaya oturulur ve tavşanlı yemek dahil, yemekler yenilir. Kampta çalışanlardan biri Alevi-inançlı bir kişidir ve onun inancına göre, tavşan eti tabu sayılır. Yemekten sonra, bu alevi vatandaşa, etli yemeği beğenip-beğenmediği sorulur. O da çok beğendiğini söyler. Bunun üzerine, kamptakilerden biri, yediği etin tavşan eti olduğunu söyler. Bunu duyan adamın birden bire benzi solar ve midesine kramplar girmeye başlar. Adamı alıp aceleyle Çorum hastanesine kaldırırlar ve midesini yıkatarak, hayatını kurtarırlar.
2. olay Frazer’in(1890) “Altın Dal, Dinin ve Folklorun Kökleri” adlı eserinden alıntılar:
“Mikado'nun (kutsal kral) yemeğinin her gün yeni kaplarda pişirildiğini ve yeni tabaklarda verildiğini görmüştük; hem kaplar hem de tabaklar, bir kez kullanıldıktan sonra kırılabilsin ya da atılabilsin diye adi topraktan yapılırdı. Bir başka kimse yemeğini bu kutsal tabaklardan yiyecek olursa ağzının ve boğazının şişeceğine ve tutuşacağına inanıldığı için bunlar genellikle kırılırdı.....”
... Yeni Zelandalı, yüksek rütbeli ve çok saygın bir başkan, yemeğinin artıklarını ortalıkta bırakmış. Başkan oradan ayrıldıktan sonra oraya gelen güçlü-kuvvetli, aç bir köle henüz bitirilmemiş yemeği görmüş ve sorgu sual etmeden yiyip bitirmiş. İşini henüz bitirmiş ki, kenarda dehşetten donup kalmış onu seyreden biri, yediği yiyeceğin başkanın yiyeceği olduğunu haber vermiş ona.
"Zavallıyı iyi tanıyordum. Cesarette üstüne yoktu, kabile savaşlarında kendine bir ad yapmış bir kişiydi... öldürücü haberi işitir işitmez, akıl almaz titremelere yakalandı, midesine kramp girdi ve bunlar aynı gün batımında ölünceye kadar dinmedi. Güçlü bir adamdı, yaşamının en güzel dönemindeydi."
Görüldüğü üzere, “bilgi + yönlendirme + çevreden etkilenme” çok önemli ve hücreler tamamen kendilerine aktarılan bilgilere göre davranıyorlar.
Peki, neden insanlardan bazıları yemeği afiyetle sindirirken, diğer birinin midesinde kramplar başlıyor?
Şimdi önce bir insan bedeninin kontrol ve denetiminin nasıl olduğunu görelim.
39 derece ateşi olan biri, kendisini aniden yırtıcı bir aslan karşısında bulursa, ateşi hemen düşer. Çünkü kişi daha ne olduğunu anlamadan, “Hypothalamus-Pitiutary-Adrenal = HPA- ekseni” harekete geçer.
Hypothalamus hücreleri hemen, “pitiutary” salgı bezini uyarır ve alarm vermesini söyler. “Pitiutary” kan dolaşım sistemine ‘adrenocorticotropic hormones’ salgılar.
Bu mesajı alan böbrek-üstü-adrenal (A) bezi, “kaçmak veya savaşmak” konusunda bedenin karar vermesi için gerekli ayarlamalara başlar. Sindirim organlarına tahsis edilen kan hemen geri çekilir; beyne ve kas hücrelerine yönlendirilir. Çünkü o an çalışması gereken bu iki sistemdir, ya kaçacak, ya savaşacaktır. Tehlike anında tüm enerjinin tek bir amaca yönlendirilmesi gerektiğinden, bağışıklık sisteminde görev yapan hücrelerin görevlerini askıya alarak, enerji harcamasını durdurmaları için de Thymus bezine sinyal gönderilerek “bağışıklık sistemi faaliyetlerini durdur” mesajı verilir. Ve bunun sonucu kişinin ateşi aniden düşer.
Yani bir bedenin kontrol ve denetimi tamamen o bedeni oluşturan hücrelerdedir. Bir yerimiz yaralandığında, hemen o yarayı tamir etmeye koyulurlar; deniz kıyısından yüksek bir dağ tepesine çıktığımızda, hemen kandaki alyuvar sayısını artırarak, rahat solunum yapmamızı sağlarlar; vs. Yani özetle, bedenlerimizin sahipliği hücrelerimize aittir! Hücreler kendilerine daha rahat ve ekonomik bir yaşam koşulu oluşturmak için beden denilen sistemi oluşturacak şekilde bir ortaklık içine giren varlıklardır.
Daha da genel bir ifadeyle evrensel ölçekte geçerli şu kuralı bilmemiz hayatı anlamamız için şarttır. Doğadaki tüm varlıklar atom-altı-öğeleri denilen elektron, proton, nötron gibi temel varlıkların (salınımcıların) ortaklık yaparak, atom > molekül > hücre > beden gibi gittikçe büyük üst sistemler içinde birleşerek, ortaklıklar oluşturmaları sayesinde ortaya çıkarlar. Ortaklık oluşturulmasının nedeni, daha rahat ve ekonomik bir duruma geçme çabası, yani rahatlama dürtüsü denilen bir duygudur.
Ortaklık rastgele olamaz, belirli kuralları olmak zorundadır. Dinamik sistemli doğal ve dünyamızın oluşturulmasında, salınımcılar dediğimiz kuantsal temel varlıkların oluşturdukları temel ilkelerden en önemlileri şunlardır (Haken 2000):
Karşılıklı bağımlılık (circular causality): Kuvvet alanları birbirlerine eklenip-çıkarılabilir özellikli olduğundan, yeni oluşan bir varlığın oluşturduğu kuvvet alanı, diğer tüm varlıkların oluşum koşullarını da otomatik olarak etkiler. Bu nedenle tüm varlıklar karşılıklı olarak birbirlerinden etkilenirler. (Bu nedenle beynimizdeki her bir hücre en az on bin farklı faktörü dikkate alıp, bir olasılık hesabı yapar ve bir karar verir.)
Kontrol parametreleri: Dinamik sistemlerde öğelerin dikkate almak zorunda oldukları çevre faktörleri dizinidir. Doğadaki oluşumlarda, birçok varlığın yaydığı sinyaller de etkilidirler, katalizör etkisi denilen faktör bu nedenle gereklidir.
Maksimum Enformasyon Prensibi: Dinamik sistemlerde, değişen koşullara uyum sağlamak amacıyla varlıkların çevrelerini algılayıp, kendilerini bu koşullara uyumlu hale sokabilmeleri için gerekli bilgi oluşturma dürtüsü.
Düzen-ölçütü (order parameter): Dinamik sistemlerde öğelerin, değişen çevre koşullarına daha iyi uyum sağlayabilmek için ne tür değişiklikler yapılması, daha az enerji harcayan bir duruma geçmeleri ve rahatlamaları için birbirleriyle anlaşarak oluşturdukları ortaklık ilkeleri.
Tüm çok hücreli canlılarda geçerli arası anayasa ilkeleri:
Bedenler, hücrelerin oluşturdukları ortak yaşam sistemleridir. Bu ortaklık sisteminde hücreler belli alanlarda uzmanlaşıp, o alanda bir hizmet üretirler. Bu şekilde çeşitli organlar ortaya çıkar.
(a): Bir hücrenin sunduğu hizmete çevresindekilerden (A, B, C) istek geliyorsa, o hücre yaşamına devam edecektir.
(b): Bir hücrenin sunduğu hizmete normalin (A, B, C) dışında (F,G)’lerden de istek geliyorsa, o hücre çoğalacaktır. (İdman yaparak belli kasların geliştirilmesi gibi)
(c): Bir hücrenin sunduğu hizmete normalin (A, B, C) dışında (D,E) gibi başka hücrelerden yeni görevler isteniyorsa, o hücre o görevleri yerine getirecek şekilde değişime uğrayıp, o yeni görevi yapacak şekle dönüşecektir. (Bir organın kaza sonucu yok olması durumunda, organın görevlerinin başka hücrelerce devralınması ve yerine getirilmesi gibi).
(d): Bir hücrenin sunduğu hizmete başka hiçbir hücre ihtiyaç duymuyorsa, o hücreye bedende artık ihtiyaç kalmadığından, hücrenin intihar (apoptoz kuralı) etmesi gerekir. Uzun süre yatağa bağlı yaşayan insanlarda bacaklardaki kasların erimesi gibi. (Uzaya gönderilen ilk astronotlar bir deri-bir kemik olarak dünyaya geri dönmüşlerdir. Çünkü uzayda yer-çekimi-kuvvetinin azalması-hatta hiç olmaması nedeniyle, bacaklardaki kas hücrelerine hiç görev düşmez., astronotlar en ufak zıplamada başlarını tavana çarparlar. Bunun sonucu, kendilerine görev düşmeyen kas hücreleri intihar etmeye başlarlar. Bu olayın fark edilmesinden sonra, uydulara çok çeşitli spor aletleri konarak, hücrelere ihtiyaç duyulduğu mesajı verilmeye başlanılmıştır.)
Simetri kırılması (symmetry breaking): Mikroskobik sistemlerden makroskobik sistemlere geçişlerde, yani alt-sistemlerden üst-sistemlerin oluşturulmalarında, üst-sistem içinde birleşmeyi sağlayacak yeni kavramların -kuvvet alanlarının veya değer yargılarının- oluşturulması.
Sabitleştirme (Solidifikasyon): Üst-sistem içinde birleşmeyi sağlayacak yeni değer yargılarının kalıcı olmalarını sağlayacak şekilde sabitleştirici işlemler yapılması.
Köleleşme prensibi (slaving principle): Dinamik sistemlerde öğelerin daha ekonomik bir duruma geçmek için oluşturdukları ortaklık ilkelerine uyulmaya zorlayan faktör.
Bu son üç ilke ise, kuantsal sisteme ait olan yapma veya yıkma yeteneğinin kullanılma amacına uygun olarak üst sistemlerce kullanılmasındaki işlevleri düzenlemek amacına yöneliktir.
Yukarıda örneği verilen iki farklı davranış arasındaki farklılıkları açıklamak için bu ilkelerin dikkate alınması gerekmektedir. Hücreler oluşturacakları bedenlerin davranışlarını belli amaç ve hedeflere yönelik olarak ve o şekilde davranmalarını sağlayacak şekilde sabitleştirme ve köleleştirme yapmak zorundadırlar. Bu sabitleştirme ve köleleştirme işlemleri büyümenin ilk evrelerinde (genel hatlarıyla çocuklukta) yapılmaktadır. Bir insana şunların yapılması yasak-günah diye bir işletim devresi yerleştirildiyse, hücreler ona uygun sinirsel işletim devreleri oluştururlar. Bir insan bilmeden bir şey yaptığında, hücreler her şey normalmişçesine işlemlerine devam ederler ve “parasempatik sinir” hatları çalışmaya başlayarak besin sindirilmeye başlanır. Ama yapılan işlemin yasak-günah olduğu haberi ulaşan beyinde, hemen parasempatik devre durdurulup, alarm sinyali veren “sempatik” devre işleme alınır. Ancak bu defa savaşılacak şey bedenin içine girmiştir. Onun için midede kramplar başlar, vs.
Duygular ve değer yargıları çevreden gelecek verilere göre belirlenirler
Hücreler arası haberleşmede ve duygu denilen kavramın oluşmasında. “epinefrin” gibi hormonların etkili olduğu ilk defa Maranon (1924) tarafından saptanmıştır. Maranon, epinefrin hormonu enjekte edilen kişilerin “Bir şeyler olmuş, veya sanki bir şey olacakmış” gibi bir duygu içine girdiklerini gözlemlemiştir. İnsan bedenini oluşturan hücreler, çevrede yeni bir şey veya olay fark ettiklerinde, ‘epinefrin’ gibi bir hormon yayarak, dış-ortamda yeni bir şeyler olduğunu algıladıklarını belirtip, bunun çevrede nasıl değerlendirildiği hakkında ‘bilgi’ isterler. Schachter & Singer (1962) deneyler yaparak, beden dışı olayların hücrelerce yorumlanmasında bu hormonun nasıl etkili olduğunu göstermişlerdir. (Bedenlerine epinefrin hormonu verilen denekler arasına ajanlar yerleştirilerek farklı ortamlar oluşturulmuş ve gözlenmeye alınmıştır: Ajanların kimi, “Oh, neşeden uçacağım” rolü, kimi “Of, üzüntüden öleceğim” rolü, kimi “Öfkeden kuduruyorum, her şeyi parçalayacağım” rolü yapmıştır. Deneklerde ortaya çıkan davranışlar, ajanların davranışlarıyla büyük bir paralellik içinde olmuştur!)
Bu olay, gelenek-görenek dediğimiz faktörün duygu ve düşünce sistemlerimizin oluşmasında ne kadar etkili olduğunu göstermesi açısından son derece önemlidir. Dolayısıyla bir şey veya olay, örneğin “tavşan veya domuz”, kaçınılması gereken bir nesne olarak da algılanabilinir, kullanılması gereken bir nesne olarak da! Yani, hücreler dış ortamdaki her olayın o ortamdaki varlıklarca nasıl yorumlandığını dikkate alacak şekilde bir değerlendirme sistemi oluşturmaktadırlar.
Hücreler, doğa ve dünyadaki değişim-dönüşümleri algılarlar; bunların ne anlama geldiği konusunda duyu organlarına başvururlar ve onlardan gelecek bilgilere göre algıladıkları değişim-dönüşümleri yorumlarlar. Yani hücrelerin belli bir mantıksal işletim sistemi vardır ve onlar, yukarıda özetlenen dinamik sistemler fiziğinin (karşılıklı bağımlılık ve kontrol parametreleri gibi) ilkelerine uyacak şekilde davranırlar. Bu yorumlama ve ona göre davranış belirleme (programlanma) olayları ana hatlarıyla çocukluk evresinde gerçekleşir ve biz insanların duygu ve düşünce sistemleri oluşur.
Çocuklarımızın beyinlerine yüklenilen geleneksel-göreneksel verilerin doğal sisteme uygun olup-olmadığını kimse sorgulamamaktadır. Hatta bu konu “tabu” sayılarak her türlü denetime kapatılmıştır. Bu nedenle toplumumuzdaki insanların her birinde şu veya bu şekilde, doğal sisteme uygun olmayan işletim devreleri oluşturulmuş ve sabitleştirilmişlerdir. İnsanlar o devrelerce köleleştirilmişlerdir. Yani insanlarımızın mantığı şu veya bu şekilde çarpıtılmışlardır.
Küçüklüğünde bir hayvan tarafından ısırılan bir insanın beyni, o hayvanı “korkulacak-kaçılacak” varlıklar listesine koyar ve o insan o hayvanı her gördüğünde, beyindeki amygdala’dan korku ve kaçma sinyalleri bedene yayılır. Kişi paniğe kapılır, soğuk terler döker. Aynı şekilde eğitimle veya gelenek-göreneklerle belletilen her “günah, vs.” gibi yasaklama da benzer etki yapar. Buna benzer şekilde, geçmiş jeolojik zamanlarda yaşanan tüm önemli olaylar, hücre zarı protein komplekslerinde ve kromozom DNA-RNA’larında kayıt altına alınırlar ve bedenin davranışını etkileyecek şekilde işleme konulurlar. Bilinçaltına yerleştirilen tüm bu yönlendirmeler, bizleri içten-içe etkiler.
Bizler hücreselliğimizi bilmediğimizden, onları bir et-kemik yığını olarak görmeye şartlandırılmış olduğumuzdan, bir sürü bedensel ve toplumsal hastalıkla karşı karşıya kalırız. Bir örnekle bunu açıklamak gerekirse:
Hücreler neyin-neye bağımlı olarak geliştiği konusunda olasılık hesapları yaparak karar verirler. Örneğin: küçüklüğünde bir hayvan tarafından ısırılmış veya tırmalanmış bir insan beynindeki hücreler, o hayvanı korkulacak-kaçılacak varlıklar kategorisine koyar. Kişi ondan sonra o hayvanı her gördüğünde, korkuya kapılır. Beyindeki kayıtlar sadece saldıran varlıkla sınırlı değildir; saldırı anında çevresinde var olan belirgin faktörler de bu olayla bağlantı içine alınır. Saldırı anında çevrede belli bir koku, ses, görüntü gibi bir şey varsa, kişi o kokuyu (sesi, vs) algıladığında yine bir korku hissine kapılır. Kan basıncı değişir, vs. Böylesine kötü bir bilinç-altı bilgisi olan bir insan normal yaşamını sürdürürken birden bire tansiyonu yükseliyorsa veya başı ağrımaya başlıyorsa, mutlaka o an bilinç-altındaki kötü bir anıyı çağrıştıran bir algılamayla karşı karşıya kalmıştır. Normal durumda parasempatik sinir hatları devredeyken, birden sempatik sinir hatlarının (veyahut tersi) devreye girmesi, bedende ani gerilim oluşumlarına yol açar. Çünkü beyin bir organda kan akımının hızlı olmasını isterken, çevreden alınan bir sinyalin, o organda kan akımının yavaşlatılmasını gerektirmesi gibi bir karşıtlık söz konusu olur. Bu durumda o organda zorunlu olarak gerilim başlar, ağrılar veyahut başka tür rahatsızlıklar ortaya çıkar.
Alt-sistemlerle üst-sistemler arasında geçekleşen hedef gösterme ve gösterilen hedefe ulaşama çabalarının nasıl olduğunu bir örnekle gösterelim.
Matadorların yaptıkları boğa güreşlerinde, matadorun elinde kırmızı renkli bir flama bulunur ve boğa bu flamaya saldıracak şekilde şartlandırılır. Bu tipik bir yanlış hedefe saplanma olayıdır. Bir boğa bir mücadeleden ölmeden kurtulursa ve yarışmalara devam ettirilirse, hedef saptırılması olayını da fark eder ve karşısındaki matadora öldürücü boynuz darbeleri vurur. Bu nedenle boğa güreşlerinde aynı boğa arenaya tekrar çıkartılmaz.
Bu eylemlerde, bir boğanın şu veya bu şekilde davranması, tamamen kendisine gösterilen hedefin yanlışlığına bağlıdır. Boğanın hücreleri, bedene gösterilen hedefe ulaşmaya çalışırlar. Hedef hatalı olduğu için boğanın tüm çabaları boşuna gitmiş olur. Toplumlarda da insanlara gösterilen hedef aynen bu şekilde bir etki yapar. Günümüz dünyasında insanlara gösterilen hedefler arasında “daha rahat yaşam koşulları oluşturmaya yönelik toplumsal birliktelik” oluşturmak diye bir hedef yoktur. “Bir toprak parçasını (vatanı)”, bir siyasi veya dini görüşü savunmak gibi hedefler yaygındır.
Vatan veya devleti koruma, veyahut vatansever insan olma gibi bir hedef yanıltıcı bir saptırmacadır, çünkü devlet dediğimiz sistem tepede bulunanlarca parsellenmiş ve sahiplenilmiş sektörlerden (A-Bakanlığı, B- bakanı, X-Holding, Y-Holding, Telekom, Vodafon, Z-Fabrikası, vs.) oluşmaktadır ve oralarda çalışanlar bu sistemlerin ortağı değildirler. Hâlbuki doğal sistemde varlıkların bizzat sahipliğini üstlenmedikleri hiçbir şey yoktur ve de oluşturulamamaktadır. İşte insanlığın sorunlarının temel nedeni bu bilgisizliğindedir. Bu bilgi insanlığa verilmemektedir. İnsanlara aşılanan bilgi şöyledir: ‘doğadaki her şey varlıkların dışında bir güç sistemi tarafından oluşturulur ve sahiplik de ona aittir’. Bu görüş doğa-bilimsel verilere tamamen ters düşmektedir. Bu hatalı temel görüş aktarımı nedeniyle, insanlar da, kendilerine ait olması gereken toplumsal hayat sistemini sahiplenme bilincinden yoksun kalmakta ve toplumdaki tüm işlemleri hep ağa, şeyh, sultan, lider gibi kendileri dışındaki insanlara bırakmaktadır. Tepedeki bu insanlar da, halkın bilinçlenmemesi-uyanmaması için ellerinden geleni hep yapmışlardır ve yapmaktadırlar.
Vatan bir toprak parçasıdır, o toprak parçası üzerinde sadece insan değil, daha milyonlarca farklı canlı yaşar ve hepsinin karşılıklı etkileşimiyle ekolojik bir sistem ortaya çıkar. Dolayısıyla vatanın sahipliği diye bir şey, insanlara özgü olamaz. İnsanlar kendilerini üzerinde yaşadıkları bir toprak parçasının sahibi görüp, onu istedikleri şekilde kullanamazlar. İnsanlık bu yanlışlığı yaptığı için, dağlarımız, denizlerimiz cehenneme çevrilmiş ve yaşanılmaz duruma sokulmuştur.
Bizlerin düşünce ve davranışları, bedenimizdeki hücrelerimiz tarafından belirlenirler. Peki, hücreler bu belirlemeyi neye göre yaparlar?
Cevap: bizlerin onlara göstereceğimiz hedeflere göre! Biz hücrelerimize futbolculuğu cazip gösterirsek, onlar futbolculuğa uygun davranışlara girerler; şarkıcı olmayı hedef gösterirsek, o yönde çabalayan insanlar ortaya çıkar. Bir toplumdaki futbolcu veya şarkıcı sayısının ise belli bir sınırı vardır. Dolayısıyla, milyonlarca nüfusa sahip olan bir toplumda insanlara gösterilecek hedef çok çeşitlilik arz etmek zorundadır.
Diğer taraftan, her insan bedeni bir diğerinden farklıdır. Kiminin ses telleri şarkıcı olmasına uygunken, kimininki değildir. Bu nedenle, bedenlerin hangi mesleklerde başarılı olacakları genetik yapısallaşmayla da ilişkilidir. Dolayısıyla, her insan aynı tür meslekte aynı başarıyı gösteremez. Bu nedenle insanlar, hücrelerine gösterecekleri hedefleri (yani toplum hayatında üstlenecekleri hizmetleri) kendi hücrelerine “sorarak” kendileri belirlemek zorunadırlar.
Bu gün gençliğimizin geleceklerinden umutsuz olmaları onları mutsuz kılmaktadır. Mutsuz olmalarının nedeni ise, yanlış gelenek-görenek ve yanlış temel eğitim sistemleri nedeniyle, kendilerine bir hedef belirleyecek şekilde hücrelerinin yönlendirilmemiş olmasındandır. Hedef vatansever olmak olursa, insanlar bir toprak parçasını sahiplenmek ve savunmak için çabalarlar. Hâlbuki hedef toplum-severlik olursa, alt-sistem üst-sistem ilişkisi ortaya çıkar ve insanlar toplum denilen yeni bir üst-sistem oluşturacak şekilde davranırlar. Vatanseverlik, bir üst-sistem oluşturmayı hedef olarak göstermez.
Dolayısıyla vatanseverliği hedef göstermekle, toplum-severliği hedef göstermek arasında büyük fark vardır. Vatanseverlik hedefiyle yetişenler devlet yönetimine geldiklerinde, doğadaki toprakları parselleyecek, daha büyük bir parsele ulaşacak davranışlara girerler. Burada bir toplumsal birlik-bütünlük oluşturma diye bir amaç veya hedef yoktur. Toprak parçası edinme amacı vardır. Bunun için halk savaşlara gönderilir. Halk devletin sahibi olarak görülmediği için bazı şeylerin halktan gizlenmesi, saklanması gerekmektedir. Bu nedenle devlet sırrı gibi konular ortaya çıkar. Vatanın sahipliği tepedeki yönetici kesime ait olduğundan bu sahiplik gereği, halktan gizlenmesi gereken konular oluştururlar. Hâlbuki toplum-severliğin hedef gösterildiği bir sistemde, toplumun sahibi bizzat halktır ve halk da sahibi olduğu sisteme zarar verecek bir davranışta bulunmayacağından, devlet sırrı gibi gizli-kapaklı konular oluşmaz. Günümüz siyasi çatışmalarının hepsi bu şekilde kökten çözüme kavuşur.
Toplum biz insanların oluşturacağı bir ortaklık sistemidir. Hücrelerimize bu temel görevi hedef olarak gösterirsek, çocuklarımız ve gençlerimizin her biri kendi genetik yapılarına uygun mesleklere yönelerek, en iyi toplumsal bağımlılık sistemini kesinlikle oluşturacaklardır, çünkü bu dürtü onların genlerinde mevcuttur!
Toplum hayatı, bileşenlerinin sahip çıkması oranında başarılı olunan bir sistemdir. Toplum oluşturulması gereken yeni bir sistemdir. Toplum oluşturmanın amacı ve doğada bir şeyin nasıl oluşturulduğu, nasıl sahiplenildiği bilgisi hücrelerimize otomatik olarak işlenecek şekilde verilmezse, insanlar toplum oluşturamazlar. Bu bilgi geleneklere işlenmiş olursa toplumsallaşma gerçekleşir. Ancak o zaman her çocuk, doğar doğmaz bu geleneksel bilgiyi kopyalayıp otomatik işletim devresi olarak yapısına aktarır ve insanlık ondan sonra bu yolda devam eder. Bu yapılmadığı sürece, toplumsal davranış gerçekleşmez.
Bir bedende tüm işleri yapan hücreler mi? Evet!
Peki, hücreler bedenlerine sahip çıkıyorlar mı? Evet!
Bir toplumda tüm işleri yapan halk mı? Evet!
Peki, halk topluma sahip çıkıyor mu? ????
Neden?
Çünkü halka doğadaki oluşumların, varlıkların dışında bir sistem tarafından oluşturulup-denetlendiği ve sahiplenildiği şeklinde bir bilgi verilmiş.
İnsanların kendilerini toplumsal (ve diğer doğal sistemlerin) sahibi olarak görmediklerinin en güzel delilini, insanların hayattaki davranışları oluşturur. Şöyle ki:
İnsanlar
-evlerine tükürmezler, kendi eşyalarına zarar vermezler,
-ama sokağa tükürürler, denizleri, dağları kirletirler, hırsızlık-soygunculuk yaparlar.
Toplumu kendisi oluşturan ve doğadaki tüm diğer varlıklara bağımlı olarak, onlarla birlikte doğal sistemi oluşturduklarının bilincinde olan bir insan, tamamen farklı davranmaya başlar.
Hedef “biz nasıl daha rahat bir şekilde yaşayabiliriz?” sorusuna yanıt bulmaktan geçer ve bu soru “toplum nedir? Nasıl oluşturulur”a götürür. Doğadaki tüm oluşumlar bileşenlerin (insanların) karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarına göre gerçekleştirildiğinden, bu temel prensibi öğrenen insanların başka türlü davranmaları beklenemez, çünkü sistem doğanın sahibine ait sistemdir.
Dolayısıyla, doğadaki oluşum mekanizması bilgisinin ana-babalarımızın geleneklerine işleyecek şekilde onlara aktarılması toplumsal sorunlarımızın çözümü için şart ve gereklidir. Doğadaki oluşum mekanizmasına uygun davranmak ve “toplumsal sistemi bir ortaklık olarak görmek ve sahipliğini üstlenmek”.
Toplumlarda yerleşik bir sürü geleneksel bilgiler vardır. Bu bilgilerin hangilerinin doğru (yararlı), hangilerinin yanlış (zararlı) olduğunu saptamak için, söz konusu bilginin yaşamınızı olumlu yönde mi, olumsuz yönde mi etkilediğine bakmak gerekir. Toplumlarda en yaygın bilgi olan doğadaki oluşturucu-yönlendirici güç sisteminin varlıkların dışında, yani varlığın dışında, üstünde, harici bir sistem olarak düşünülmesi olgusudur ki, tüm toplumlarda “tepeye bağımlı” sistem oluşumlarına yol açmıştır. Halbuki, beden-hücre ilişkisinde gösterildiği ve tümleşik sistemler teorisi (Theory of integrated levels) ilkelerinde ortaya konulduğu üzere, doğadaki tüm oluşum ve gelişimler tabana bağımlı olacak şekildedir. Dolayısıyla, tüm sorunlarımızın nedeni, doğa ve dünyadaki oluşum ve gelişimleri yanlış anlamak, yanlış yorumlamak ve bu yanlış sisteme göre toplumsal ilişkilerimizi düzenlemekten kaynaklanmaktadır. Çözüm formülü ise çok basittir: Her şeyi, doğadaki sisteme uygun yapmak; yani tabana dayalı örgütlenme ve yapısallaşmalara gitmek!
Böyle olursa:
►Devlet, daha rahat bir yaşam düzeyine ulaşmak amacına yönelik bir toplumsal birlik-bütünlük oluşturma işlemi olarak görülür.
►Bunun sonucu toplumun (devletin) iş ve meslek sahipleri arasındaki bir ortaklık sistemi olması gerektiği anlaşılır. Dolayısıyla yapısallaşması ve yönlendirilmesi tamamen iş-ve meslek dalları arası ilişkiler çerçevesinde olmak zorundadır.
► “Yönetimi veya iktidarı ele geçirme mücadelesi” artık söz konusu değildir, çünkü halk sistemin sahipliğinin bilincindedir ve tepe diye bir yetki ve bağımlılık merkezi yoktur;
►Halk toplum yaşamının, daha rahat ve huzurlu bir düzeye ulaşmak amaçlı bir ortaklık olduğu bilinciyle yaşadığından, sağ-sol, din, ırk, vs gibi gereksiz parçalanmalarla, rahat ve huzurunun ortadan kaldırılmasına karşı koyar.
►Bu sistemde her şey tabana bağımlı olarak oluşturulduğundan, tüm işyerleri, bizzat çalışanlar tarafından sahiplenilir ve işveren-işçi ayrımı gibi doğal olamayan durum ortadan kalkmış olur.
Sonuç: İnsanlığın tüm sorunları, doğadaki oluşum mekanizmasının tabana bağımlı olduğu gerçeğini bilmemesi, tam tersine, tepeye bağımlı olduğu şeklinde hatalı bir geleneksel bilgiye sahip olması ve ona göre davranmasından kaynaklanmaktadır. Çözüm yolu ise çok basittir: Doğadaki oluşum mekanizmasının nasıl olduğu konusunun toplumsal düzeyde işlenip, gelenek-göreneklere işleyecek derecede yaygınlaştırılması!
Yukarıda özetlenen teorik bilgileri yaygınlaştırmak, gençlere ve medyaya düşmektedir. Ancak, devletin (kamu mallarının ve haklarının) tepedekilerce sahiplenilmiş olması nedeniyle, medya dediğimiz yazılı ve görsel etkileme sistemi de, çeşitli holdinglerin elinde bulunmaktadır. Bunun için, medyaya bu konuda sunulan yazılar hiç dikkate alınmamaktadır. Bu nedenle bu bilgileri yaygınlaştırmak ve geleneklerimize işleyecek şekilde halkımıza duyurabilmek, sadece ve sadece tabandaki halk içindeki akıl ve mantığı sağlam kişilere kalmaktadır. Bu konuda umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur, çünkü bilgi üssel (eksponansiyel) şekilde çoğalma özelliğine sahiptir. Bu konuya inanan her bir insan her ay bir başka insana bu bilgiyi aktarıp, onun da bu bilgiyi benimseyip-yaygınlaştırılmasına sağlayacak olursa, 24 ayda tüm Türkiye nüfusuna ulaşılmış olunur, çünkü 224 yaklaşık 66 milyon etmektedir. Geometrik artışın gizemini anlamak için satranç oyununu bulan kişinin, oyunu hediye ettiği Şah’tan, satranç tahtasındaki 64 karenin her birine 1-2-4-8-16 gibi 2nin karesi şeklinde artacak şekilde buğday tanesi isteği istemesi olayını düşünmek yeterlidir.
Kısacası, geleceğimizin düzelmesi ve gerçek bir toplumsal hayat sisteminin oluşturulması, tamamen insanlarımızın bu doğal sistem bilgilerini mümkün olduğunca çok kişiye ulaştırmaya çalışmasına bağlıdır.
Bu temel hedefimiz olmalıdır. Bunun yansıra, mevcut sistemi de değiştirmeye ve düzeltmeye yönelik çabalarımız devam etmelidir.
Şöyle ki:
Bir ülkede tüm insanların durumlarının iyi veya kötü olması, sistem gereği, devleti yönetenlerdedir. Yani sınavda başarısız olan bir öğrenci de, bir şey çalarak hapse düşen kişi de, iş-bulamadığı için aç gezen kişi de, ruhsal sorunlar yaşayan biri de, açıkçası durumundan memnun olmayan tüm insanlar devlet aleyhine dava açıp, mağduriyetlerinin karşılığını talep edebilirler.
Çünkü, “Ağaç yaşken eğilmektedir ve ne ekilirse o biçilmektedir” Neyin ekileceğine ise devleti yönetenler karar verdiğine göre, durumu kötü olan herkes iki açıdan devlet denilen üst-sistemden şikayetçi olmak hakkına sahiptir.
1.şikayet konusu: Toplumsal Sorunlar:
“Benim bu şekilde düşünce ve davranış içinde olmam tamamen devlet denilen üst-sistemin, gelenek-görenekler ve yasalar-yönetmeliklerle beni etkilemesinin bir sonucudur. Benim yaşadığım ortamda gelenek-görenekler iyi olsaydı, yasalar-yönetmelikler doğadaki sisteme uygun olsaydı, ben o zaman bu durumda olmayacaktım, çünkü ben bir karıncadan daha aptal değilim. Tüm karıncalar kolonilerinde bir iş sahibiler ve her biri bir görev yaparak topluluklarında işlerin yolunda gitmesi için ne gerekiyorsa yapıyorlar. Kurallarını veya yasalarını sizlerin belirlediği toplumumuzda ben bu toplumsal sisteme uyumlu davranmıyorsam, bunun suçu, sizin belirlediğiniz toplumsal sistem kurallarının, doğadaki sisteme uygun olmayan yönleri olmasındandır. Yoksa ben de bir karınca gibi doğal sistem kurallarına uygun olan bir sisteme uyum sağlardım ve hem kendim daha mutlu olurdum, hem yaşadığım toplum daha iyi olurdu.
2.şikayet konusu: Bedensel sorunlar:
Sürekli değişim-dönüşüm içinde olan dinamik bir doğal sistem içinde yaşıyoruz. Dinamik sistemli bu doğada her şey “information & self-organisation = çevrendeki değişim dönüşümler hakkında bilgi edin ve o bilgilere göre örgütlen” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği ilkelerine göre gerçekleşmektedir. Bilgi ise hep varlıkların iç bileşenlerinde (yani bedenlerimize ait tüm bilgiler bedeni oluşturan hücrelerimizde) kayıt altına alınıp-işlenmektedir. Bu konuyu daha basit olarak ifade etmemiz gerekirse, şöyle de söyleyebiliriz: Bir insan veya balık bedeninin, çevredeki değişen doğa koşullarını uyumlu olması, beden içindeki hücrelere duyu organlarından aktarılan verilere göre gerçekleşir; yani hücreler, gelen verilere göre yapısal-dokusal durumlarını değiştirerek, çevrelerine uyumlu olmaya çalışırlar. Bu nedenle organizmalar, çevrelerindeki renklere uyacak şekilde, renklerini ayarlayabilirler, vs. Yani özet olarak şu denilebilir: Bir bedenin yaşanılan ortam koşullarına uygun olması, onun içindeki hücrelerinin denetim ve kontrolü altındadır. Hücrelerimizin işlerinin ne kadar zor olduğunu anlayabilmeniz için kendinize şu soruyu sorun: Beynimizde yaklaşık 100 milyar sinir hücresi var ve her bir sinir hücresi yaklaşık 40-50 bin farklı faktörü dikkate alıp-değerlendiriyor ve bir sonuca varıyor.
Acaba bu 50 bin faktör nelerdir? Hücrelerimiz nelerle uğraşmak zorundalar?
Bizler hücrelerimiz vasıtasıyla tabandaki sistemle bağlantımızı sağlıyoruz. Tabandaki sistem ise, milyonlarca bitki + hayvan ve binlerce molekül ve atom etkileşimlerinden oluşuyor. Bu nedenle beyindeki hücreler trilyonlarca faktörü değerlendirerek bedenimizi ayakta tutacak kararlar almaya çalışıyorlar. Her şeyin en temelinde ise, doğadaki tüm yapıcı veya yıkıcı enerji sistemlerinin kaynağı olan ve en ekonomik yapısallaşmaları seçme hakkına sahip kuantsal sistem yer alıyor.
Hâlbuki tüm geleneksel hayat görüşlerinde, canlılığımızı “ruh” adını verdiğimiz ve doğru-dürüst bir tanımını bile yapamadığımız hayali bir kavrama bağlamışızdır ve bu bilgiyi duyu organlarımızla, hücrelerimize aşılamışızdır. Ruh, beden dışı bir güç sistemine bağlı bir canlılık olarak bilinir. Bu durumda bedenimiz içindeki hücreler şöyle bir değerlendirme yapmak zorunda kalırlar: “Değişim-dönüşüm içindeki bir doğada yaşadığımıza göre, çevrede, bizim oluşturduğumuz bedenin içine girip-çıkabilen bir başka faktör ortaya çıkmış!” İşte ruhsal sorunlarımız böyle başlar: Hücreler, kendi kontrolleri dışında hastalanabilecekleri, başarısızlığa uğrayabilecekleri gibi bir sürü korku içine girmiş, yönlendirilmiş olurlar. Dolayısıyla, bedenimle hücrelerim arasındaki doğal ilişki sisteminin bozulmasının tek suçlusu, doğal sistem mekanizmasını hatalı olarak insanlığa empoze eden devlet mensupları ve yöneticileridirler.
İnsanları etkileyecek ve yönlendirecek bilgileri oluşturmak ve düzenlemek, sistem gereği devletin görevin olduğuna göre, benim hırsız olmamın, başarısız olmamın, kanser olmamın, ruh hastası olmamın, vs. tüm suçu toplumsal sistemin kurallarını oluşturan ve belirleyen üst-sistemlerde, yani devlet yapısallaşmasında!!!
Padişahlık veya krallık “Allah vekilliği” sistemleridirler, yani varlıkların dışında-üstünde olduğu varsayılan bir güç sisteminin temsilcisi olarak halkı yönetmeye kalkarlar. Demokrasiye geçişte, kralların yerini parti liderleri almışlardır. Temel hayat görüşünde bir değişiklik olmamış, doğadaki yönlendirici güç hala varlıkların dışında kabul edilmiştir. Bu nedenle dinsel ve diğer geleneksel faktörler yönetimde hala etkindirler. Halkın (insanların) kendi kendilerini yönetmeleri anlamına gelen demokrasi sadece lafta vardır.
Devlet ise, şu farklı ayaklardan oluştuğuna göre:
¨ Cumhurbaşkanı
¨ Yasama organı (Tüm millet-vekilleri)
¨ Yürütme organı (Başbakan ve tüm diğer bakanlıklar)
¨ Yargı organları (Yargıtay, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi Üyeleri, Cumhuriyet savcıları ve hakimleri)
vatandaşların bu tüzel kişiliklerden davacı olabilmeleri gerekir. Dolayısıyla başta anayasa olmak üzere, yasa ve yönetmelikler vatandaşın hak aramasına olanak sağlayacak şekilde düzenlenmelidirler. Bunun yanı sıra, vatandaşın da toplumu sahiplenip, onu her durumda ayakta tutacak, geliştirecek şekilde olmasında aktif olarak görev alacak şekilde bilgilendirilmesi ve bilinçlendirilmesi gerektiği yasalarda belirtilmelidir.
Yönetici kadrolarının “her türlü dokunulmazlığının” kaldırılıp, her konuda hesap sorulur hale getirildiği durumu düşünün. Vatandaşlar her konuda tepedekilerden hesap sorup uğradıkları mağduriyet için kişisel tazminat davaları açacak duruma geldiklerinde, acaba yöneticiler ne yapabilirler?
Seçimlerde vatandaş bu temel isteği ön planda tutacak şekilde davrandığında, yönetime gelecek bir parti, yasalarda böyle bir değişiklik yaptığı anda, toplumsal sistemde tepeyi ele geçirme kavgaları son bulur. Halk kendi kendine bilgi edinip-kendi kendini yönetecek doğal sistem kurallarını ortaya koymaya başlar. Bu şekilde “bilgi edin ve bu bilgilere göre örgütlen” şeklinde özetlenen doğal sistem hayata geçecektir.
Şimdiye dek tüm yasa ve yönetmelikler tepedekiler tarafından tepedekilerin çıkarları doğrultusunda hazırlanmıştır. Yani devlet denilen halkı yönlendirme mekanizması halk diye bir kesimin çıkarlarını dikkate alacak şekilde değildir. Halkın devlete (dolayısıyla yöneticilere, vs.) karşı hak arama kapıları kapatılmıştır. Ülkemizde halkın bilgilendirilmesi ve bilinçlendirilmesi yönünde en önemli girişim olan Köy Enstitüleri projesi tepedeki bazı güç sistemleri tarafından baltalanmış ve halkın bilinçlendirilmesi engellenmiştir. Geçmişimizle hesaplaşma ve topluma karşı suç işleyenlerden hesap sorulması çok önemlidir. Bu nedenle gerçeklerin anlaşılması ve toplumsal gelişmeye kimlerin engel olduğunun ortaya çıkarılması açısından, bu tarihi olayın soruşturulup, hangi güç odaklarının bu şahane girişimi baltaladığının ortaya çıkarılması önemlidir. Böylesine hayati bir konuda zaman aşımı gibi bir mazeret olmamalı, yasaların buna benzer gerçekleri ortaya çıkartacak şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. Günümüzde artık köy enstitülerini aynen tekrar kurmaya kalkışmak mantıklı bir davranış olmaz, çünkü 1930’lu yıllarla günümüz dünyası arasında çok şey değişmiştir. Dinamik sistemler fiziği ile doğadaki değişim-dönüşüm mekanizmasının temelleri aydınlatılmıştır. Bunun anlamı şudur: Toplum hayatı da tamamen dinamik bir sistemdir ve orda da dinamik sistemler ilkeleri geçerlidir. Bu nedenle günümüzde insanlara verilecek temel eğitim Doğadaki Oluşum Mekanizması bilgilerini esas alan “Toplum Mühendisliği” şeklinde yeni bir meslek dalı ve bu bilgilere göre kendi kendini sivil toplum örgütlenmeleri şeklinde yapısallaştıran ekolojik bir bakış açısı olmalıdır.
İşte Anayasa kitapçığına konulması gereken en önemli konular bunlar olmalıdır: Devlet denilen sistemin ayaklarını oluşturanlardan halkın hesap sorabilmesi ve mağduriyetlerinin karşılanmasını isteyebilmelerinin sağlanması. Daha kaç yıl geçer, bunu insanlar arasındaki haberleşme ve bilgi-akış hızı belirleyecektir.
Hayatın müsveddesi olmadığını hücreler çok iyi biliyorlar ve bu nedenle, bir bedenin nasıl oluşturulacağı, nelerin nelere bağımlı olarak geliştiği gibi milyarlarca ilişki sistemi bilgilerini genetik kayıtlar olarak gelecek nesillere aktarmaya çabalıyorlar. Bu nedenle aşk ve seks dürtülerini oluşturmuşlar. Peki, biz insanlar çocuklarımıza toplumsal sistem oluşturma hakkında ne tür bilgiler bırakıyoruz? Bıraktığımız gelenek-görenek bilgileri ne kadar işe yarıyor ve ne kadar doğadaki sisteme uygun?
Bu yazı dizisindeki doğadaki oluşum mekanizması bilgilerini tekrar bir gözden geçirerek, bu soruyu kendinize sormanız ve cevaplamanız dileğimle.
Çok basit bir durum değerlendirmesi yapalım.
►1- Doğada bir denge -&düzen var.
►2- Bu denge ve düzenin oluşumu için kesinlikle bir enerji girdisine gereksinim var.
►3- Enerjinin kaynağını kuantsal sistem oluşturur; tüm varlıklar enerjilerini bu kuantsal öğelerden alırlar.
►4- Bu kuantsal öğeler cansız, bilgisiz, rastgele davranan varlıklar değil, tersine, çevrelerini algılayan, en ekonomik yapısallaşmaları seçip, oralara akarak, kötü olanları terke edip, iyi olanlara göçen bilinçli varlıklardır.
►5- Bu şekilde doğa ve dünyamızın oluşumundan beri, kuantsal öğeler daha iyi yapısallaşmaları tercih ederek, doğadaki evrimsel gelişmeyi yönlendiren temel varlıklar olarak karşımızda durmaktadırlar.
►6- Kuantsal sistemin doğadaki bu denge&düzen oluşturmasında uyguladığı temel kurallar dinamik sistemler fiziği ile ortaya konmuştur. Information & self-organisation olarak özetlenen dinamik sistemler fiziğinin temel ilkeleri şunlardır:
Atraktor (Çekici): Dinamik sistemlerde, bir öğenin gideceği hedef.
Düzen-ölçütü (order parameter): Dinamik sistemlerde öğelerin daha az enerji harcayan bir duruma geçmeleri ve rahatlamaları için birbirleriyle anlaşarak oluşturdukları ortaklık ilkeleri.
Karşılıklı bağımlılık (circular causality): Kuvvet alanları birbirlerine eklenip-çıkarılabilir özellikli olduğundan, yeni oluşan bir varlığın oluşturduğu kuvvet alanı, diğer tüm varlıkların oluşum koşullarını da otomatik olarak etkiler. Bu nedenle tüm varlıklar karşılıklı olarak birbirlerinden etkilenirler.
Kontrol parametreleri: Dinamik sistemlerde öğelerin dikkate almak zorunda oldukları çevre faktörleri dizinidir.
Maksimum Enformasyon Prensibi: Dinamik sistemlerde, değişen koşullara uyum sağlamak amacıyla varlıkların çevrelerini algılayıp, kendilerini bu koşullara uyumlu hale sokabilmeleri için gerekli bilgi oluşturma dürtüsü.
Simetri kırılması (symmetry breaking): Mikroskobik sistemlerden makroskobik sistemlere geçişlerde, yani alt-sistemlerden üst-sistemlerin oluşturulmalarında, üst-sistem içinde birleşmeyi sağlayacak yeni kavramların (kuvvet alanlarının veya değer yargılarının) oluşturulması.
Solidifikasyon (Sabitleştirme): Üst-sistem içinde birleşmeyi sağlayacak yeni değer yargılarının kalıcı olmalarını sağlayacak şekilde sabitleştirici işlemler yapılması.
Köleleşme prensibi (slaving principle): Dinamik sistemlerde öğelerin daha ekonomik bir duruma geçmek için oluşturdukları ortaklık ilkelerine uyulmaya zorlayan faktör.
►7- Görüldüğü üzere, her dünyaya yeni gelen varlık, değişim-dönüşüm içinde bir doğada yaşayacağı için, o doğa ve dünya koşullarına uygun olacak şekilde “simetri-kırılması +sabitleştirme + köleleştirme” işlemine uğrar. Bu işlemler ise, genellikle küçüklük veya büyümenin başlangıcı evresinde gerçekleşir.
►8- İnsanlarda bu işlem çocukluk evresinde olur, onun için “Ağaç yaşken eğilir + Ne ekersen onu biçersin” özdeyişleri oluşturulmuştur.
►9- İnsanların gelenek ve göreneklerine işlenmiş temel bilgiler, yukarıda özetlenen doğal sistem mekanizmasına hiç uymamaktadır, bu nedenle insanların akıl ve mantıksal değerlendirme sistemi, hatalı gelenek-görenekler nedeniyle çarpıtılmış durumdadır.
►10- Bu durum karşısında yapılacak iş, yoğurdumuzun ekşimiş olduğunu kabul edip, akıl ve mantığımızı yeniden gözden geçirmekten ve çocuklarımızı yanlış geleneksel bilgilerle yetiştirmekten vazgeçmekle mümkündür.
1- Doğadaki Yönlendirici Güç Sisteminin Yanlış Yorumlanması
Önce yaşanmış bir örnek vererek vatandaşın toplumsal sistemin sevk ve idaresi konusunda ne tür bir genel düşüncede olduğunu göstermek istiyorum.
Bir öğretim üyesi yaş-haddi nedeniyle emekliye ayrılır. Ancak kendisini henüz çok dinç ve üretken gördüğünden ve de bulunduğu bölümün öğretim üyeleri de bu görüşte olduklarından, hocanın odasını boşaltmazlar ve hocaya bazı ders ve uygulamalarda görev verirler. Hoca bölüme gidip-gelmeye devam eder. Hocanın oturduğu mahalledeki bir komşusu bu durumu öğrenince Hocaya şöyle der: “Aferin Rektörünüze, sizin hala çalışmanıza müsaade etmiş” der. Hoca, görevlendirme isteminin bölümdeki elemanlarca teklif edildiğini belirtince, “olsun, rektör istemeseydi bu iş olmazdı-ya!”
Görüldüğü üzere, vatandaş, bir toplumun sevk ve idaresinin tamamen tepedeki bir yerden olması, tabandakilerin bir yetkisi olmaması gerektiği konusunda kesin önyargılı bir düşünceye sahiptir.
Halkın böylesine önyargılı bir düşünceye sahip olmasının nedeni, geleneksel hayat anlayışı görüşünden kaynaklanır. İnsanların bilinçaltına işlemiş olan bu düşünce ve davranış sisteminde, varlıkları yönlendiren güç-kuvvet, varlıkların kendileri dışında, ayrı bir sistemdedir. Bu nedenle kişiler toplumsal sistemin sevk ve idaresinde de kendileri dışında bir harici yönlendiricinin bulunmasını çok doğal karşılamakta, kendisi bizzat pasif kalmaktadır.
Önceki bölümlerde açıklamaya çalıştım ve şimdi tekrar üzerine bastıra-bastıra vurgulamak istiyorum: Doğadaki tüm oluşum ve gelişimler, bizzat varlıkların kendilerinden kaynaklanır; her varlık nasıl daha rahat duruma ulaşabileceğinin hesaplamaları peşindedir. Bizlerin düşünce ve davranışları, bendimizdeki hücrelerimiz tarafından belirlenirler; bedenimizde işlerin yolunda gitmesi için hücreler geceli-gündüzlü, dur-durak bilmeden çabalarlar.
Özet olarak vurgulayacak olursak: Varlıkları yönlendiren güçler, onların içlerinden kökenlenirler. Dolayısıyla toplumsal sistemde de bu böyle olmalıdır. Toplumsal sistem, biz ona sahip çıkarsak ayakta kalır, yoksa dağılır.
2- Her Şey Bilgi ile oluşturulmaktadır.
Bir elma ağacını oluşturma bilgisinin elma çekirdeğinde, bir koyun oluşturma bilgisinin, koyun yumurtası (+sperminde) olması gibi, bir şey yapma, oluşturma bilgisi ve yeteneği o şeyin bileşenlerindedir. Toplumlar da iş-ve-meslek mensupları arası ortaklık sistemi olduğuna göre, toplum oluşturma bilgisinin de bu kişilerde bulunması şarttır. Ama maalesef insanlığa bu bilgi verilmemektedir. Tam tersi yönde bir bilgi insanlığa çocukluk evresinde aşılanmakta ve bu bilgiye göre simetri-kırılması + sabitleştirme + köleleştirmeye uğrayan insanlar bu önyargıdan kurtulamamaktadır.
DOM (Doğadaki Oluşum Mekanizması) sistemi bilgilerini ilk defa okuyan birçok arkadaş düşünce sistemlerinde değişiklikler olduğunu ifade etmektedirler:
“Yazınızı okuduktan sonra kafamda muğlak olan bir takım bilgiler yerine oturdu, yeni bir bakış açısı ve farkındalık oluştu.”
İşte bu nedenle DOM sistemi bilgilerinin mümkün olduğunca çok insana ulaştırılması, insanların bilgilendirilmesi ve toplumsal davranacak şekilde düşünmeleri için şarttır.
►Doğada tüm olaylar “information & self-organisation” usulüyle gelişir. Kuantlardan başlayarak tüm varlıklar çevrelerini algılayıp, çevreleriyle uyumlu olacak davranışa geçerler, yani salınım sistemlerini, vs. değiştirirler. Bizlerin “bilgi = information” oluşturması da, ‘öğrenme’ dediğimiz olayla olur. Bu olay sırasında hücrelerimiz yapısal-dokusal durumlarını değiştirerek, doğadaki değişim-dönüşümlere uyumlu olacak davranış sergileme yeteneğine kavuşurlar (anizotropilerini değiştirmiş olurlar).
►Varlıkların, kuant > atom > molekül > hücre > beden şeklinde değişik madde kombinasyonları halinde ortaya çıkmalarıyla da, zaman dediğimiz değişim-dönüşüm göstergesi ortaya çıkar.
►Değişim-dönüşümler tavuk-yumurta (doğum-ölüm) döngülü bir hayat sistemi oluşumuna yol açar ki, bu da ‘ömür = zamanın bir dilimi’ ilişkisini doğurur.
► Tüm bilgiler, tavuk-yumurta (doğum-ölüm) döngüsü çerçevesinde, alt-bileşenlere (taban öğelerine) aktarıldığından, her yeni oluşturulacak varlık, taban öğelerine aktarılan bu gelişmiş bilgilere muhtaçtır. Aksi takdirde doğadaki değişim-dönüşümlere uyum sağlayamaz, çünkü bir önceki nesile ait yapısallaşmalar (bilgiler) artık değişmiştir.
►Bu nedenle beynimizdeki 100 milyar sinir hücresinden her biri on-binlerce faktörü değerlendirip, bir karar oluşturmak mecburiyetiyle karşı karşıyadır. Bu faktörler arasında 92 temel kimyasal element (atom), 2 bin kadar inorganik molekül, on binlerce organik molekül, binlerce bakteri + virüs, binlerce bitki + hayvan türü, vs.de gerçekleşen değişim-dönüşüm kayıtları bulunmaktadır.
►Durum böyle olunca, bizler hücrelerimizdeki anizotropik değişimlere (bilgilere), hücrelerimiz moleküllerdeki, moleküller atomlardaki anizotropik değişimlere bağlı olarak gelişmek zorundayız.
►Toplum hayatı iş-ve-meslek mensupları arası bir ortaklık sistemi olduğuna göre, toplumsal sistem (devlet, vs) oluşturma yetkisi ve bilgisi de, iş-ve-meslek mensuplarında bulunmak zorundadır. Ama maalesef böyle bir bilgi insanlarda bulunmamaktadır. Bu nedenle de, arılar-karıncalar gibi hayvan dediğimiz varlıklar mükemmel işleyen toplumsal sistemler oluştururlarken, kendisini en akıllı canlı olarak gören insanlık doğaya uyumlu bir toplumsal sistem oluşturamamaktadır. Bunun tek nedeni de, doğadaki oluşturucu güç sistemini kendi içinde değil, kendisi dışında aramasında, bu nedenle de tepeye bağımlı sistem oluşumlarına olanak sağlamasındadır.
3. Kullanılan bilgi doğruysa (doğal sisteme uygunsa), canlılar sorunlarını çözerler, yanlışsa çözemezler
Toplumsal denge ve düzenimiz tepeye yerleştirilen liderlere bırakılamayacak kadar önemlidirler, çünkü toplumsal sorunlarımızın hepsinin nedeni Tepeye Bağımlı Örgütlenmelerdir (TBÖ):
1- TBÖ bireyler sadece tepeye karşı sorumlu ve bağımlılık içinde yetiştirildiğinden, insanların birbirlerine karşı bağımlılık duyguları gelişmemiş, birbirleriyle anlaşıp-uzlaşma yetenekleri körleşmiştir. Bu ise, insanların birbirleriyle anlaşıp-uzlaşmaları için gerekli olan en temel yeteneğin yok edilmesi anlamına gelir.
2- TBÖ saygın ve saygın olmayan meslekler gibi ayrımcılık ortaya çıkar, çünkü kimi meslekler emir verici, kimisi emir alıcıdır. Bu nedenle, kişilerin mesleklere yönlenmeleri, yeteneklerine göre değil, toplumdaki saygınlık değerine göre olduğundan,
a)İnsanlar hep SAYGIN varsayılan mesleklere yönelirler; o mesleğe yeteneği olmayan insanlar bu mesleklerde gerekli başarıyı gösteremezler ve toplumsal kalkınma engellenir.
b)İnsanların doğal yetenekleriyle meslekleri birbirine uyumsuz olduğunda, insanlar kendilerini mutsuz hissederler; mutsuz insanların çevrelerine yarardan çok zararı olur, vs.
3- TBÖ sorumluluk tamamen liderlerin sırtında olduğundan, halk düşünme tembelliğine mahkûm edilmiştir. Sorunlarının çözümünü bir kurtarıcıdan bekleyen halk, fikir üretme ve sorunlarını çözme çabalarına girişmez. Dolayısıyla halkın bilgi üretme kapasitesi otomatik olarak sınırlandırılmış olunur. Bilgi ise, verimli üretimin, kalkınmanın temel direğidir.
4- TBÖ, tepedekiler hem yönetici hem de toplum mallarının sahibidir. Tepedekiler toplum mallarına sahip çıkınca, halk toplum mallarına sahip çıkmaz ve “devletin malı deniz, yemeyen domuz” sistemi ortaya çıkar. Toplum malları hor kullanılmaya başlanır ve 10 yıl dayanması gereken bir araç bir yılda bozulur ve toplumsal kalkınma engellenir.
5- TBÖ tepedekiler kendilerini devletin sahibi olarak görürler ve kendi görüşlerine uymayanları cezalandırma yetkisine sahip olduklarını sanırlar. Bu nedenle gizli-sinsi eylemlere girişirler. Bunun sonucu, “derin-devlet” mekanizmaları oluşturulur, insanlar şantaj, tehdit, suikast, vs. gibi yöntemlerle susturulmaya çalışılır.
6- TBÖ yükselme, bilgiden ziyade, “tepedekilere” yakınlıkla sağlandığından, insanlar bir şey öğrenerek bu bilgiye dayalı bir üretim ve karşılıklı hizmet alışverişi içine girmek yerine, tepedekilerle yakın ilişki kurmaya (yağcılığa) yönelirler. Bu ise üretimin düşmesine ve toplumun geri kalmasına yol açar.
7- TBÖ toplumsal sorunların çözümü, karşılıklı etkileşimlerle değil, tepedekilerin yönlendirmesine bağlı olduğundan, insanlar arasında “sana ne; bana ne, babanın malı mı?” gibi davranışlar yaygındır. Bu ise vatandaşın kendisini toplumun sahibi olarak görmediğinin delilidir.
8- İnsan sosyal bir canlıdır ve her sosyal canlının içinde, bir sisteme ait olma, bir grup içinde bir araya gelme dürtüsü vardır. Toplum bürokratik bir zümre tarafından sahiplenilince, kendilerini dışlanmış hisseden halk, çeşitli şekillerde birlikler oluşturarak, aidiyet duygusunu tatmin edeceği gruplaşmalar oluşturur. Bu durum, mevcut toplumsal sistemlerin en zayıf noktasıdır ve toplumu içten içe kemiren, parçalayıcı bir hastalık oluşturur. Her tür anarşi, mafya, çete, etnik veya dinsel gruplaşmanın kökeninde bu aidiyet dürtüsü yatar.
9- TBÖ, toplum malları tepedekilerce sahiplenilir. Halk kendini toplumsal sistemin bir ortağı olarak görmediğinden, yaptığı işlerde sadece kendi çıkarını gözetecek davranışlara yönelir; devleti yönetenler ise herkesin başına bir bekçi dikmek zorundadırlar, bu ise olanaksızdır; vs..
10- TBÖ’de farklı görüş sahipleri yönetimi (devleti) ele geçirme yarışı içindedirler. Bu nedenle, bürokrasi çarkının içine kendi görüşlerine uygun adamlar yerleştirirler. Bürokrasi çarkı bu şekilde farklı görüşlerce parsellenmiş olur. Her biri kendi görüşündekilerin çıkarını savunacak, diğerlerini baltalayacak tutum içinde olduklarından, hak-hukuk sistemi yaralanır: Herkes kendini vatansever görüp, karşıtlarını yok edecek tutum-ve davranışlara girdiğinden, bir sürü çeteleşme ortaya çıkar. Susurluk, Ergenekon-davası, faili-meçhul cinayetler, sonuç alınamayan davalar, yolsuzluklar, çeteleşmeler, vs. kaçınılmaz olurlar. Bu durum sadece bir devlet içinde değil, dünya çapında da geçerlidir. Güçlü devletler, kendilerine bağlı medya kuruluşları, vs. vasıtasıyla diğer toplumları yönlendirecek şekilde lider pazarlamaları yaparlar. Kurtuluş savaşı sırasında İngiltere veya Amerika mandacılığını savunan siyasetçiler; demokrasiye geçişle birlikte, Amerika tarafından desteklenerek liderlik koltuğuna oturan ve Amerika yanlısı politikalar izleyen siyasetçileri hatırlamak yeterlidir.
“İsrail devletinin kurulmasını planlayan ABD, 1946 yılından itibaren önce bu bölgede İsrail'i koruyacak hami bir devlet aradı ve Menderes ve yandaşları ile anlaşarak bu devletin Türkiye olmasına karar verdi. İlk iş olarak, çok partili döneme geçiş için Türkiye'yi zorladı. Bu arada, 1948 yılında Filistin devletini ortadan kaldırdı. Sonra, 2 yıl gibi kısa bir sürede, Menderes ve yandaşlarını çok büyük paralarla ve barış gönüllüleri adı altında Türkiye'ye soktuğu ajanları vasıtasıyla destekleyerek, iktidara taşıdı ve hemen gizli birçok anlaşmaya imza attırdı. Bu anlaşmalardan sadece bir adedi, 50 yıllık olup 2000 yılında süresi dolan, Türkiye'nin güneydoğu bölgesinde petrol çıkarma haklarının ABD şirketlerine verilmesiydi. Daha birçok gizli anlaşmadan sadece birisi bile tam bir ihanet belgesidir. Bundan sonra işbaşına gelen tüm hükümetlere ABD tarafından vize verilmesinin ilk koşulu İsrail'in hamiliğiydi. Haydar Ateş” http://www.odatv.com/n.php?n=recep-bey-niye-boyle-konusuyor-0806101200
Liderler güç ve kuvvetlerini halktan alırlar, yani liderlerin enerji kaynağı halktan aldıkları oylardadır. Bizler oylarımızla tüm toplumsal güç ve enerjimizi belli bir süre için belli liderlere veririz. Liderlerin bizden aldıkları bu gücü ne derecede halkın yararına kullandığı ise, liderden-lidere değişmekle birlikte, asla tamamen toplumun yararına değildir. Örneğin hükümetlerin yaptıkları son icraatlara bakarsak:
►1- Devlete ait bankalar satıldı;
►2- Şeker fabrikaları satıldı;
►3- Pektim satıldı;
►4- Limanlar satıldı;
►5- Hava meydanları satıldı;
►6- Tekel fabrikaları satıldı;
Vs. vs. satıldı ve oralarda çalışanlar kısmen de olsa perişan duruma düştüler;
►7- Üstelik bu milli değerleri satın alanların çoğu yabancı uyruklu kişi veya kuruluşlar ve çoğu satışlar pek de ulusal yararımıza değil. Örneğin Türk Telekom adlı Milli Şirketimiz; 1,5 Milyar Dolar peşin, kalan 5 Milyar Dolar ise 5 yıl taksitle satıldı. Türk Telekom satıldığında kasasında 1,8 Milyar Dolar vardı. AKP Hükümeti, şirkete 5 yıl vergi muafiyeti tanıdı. Satış anında Türk Telekom’un yıllık karı 2 Milyar Dolar idi. Satış sözleşmesine göre şirket, üzerindeki gayrimenkulleri satamayacak ve devir anında devlete teslim edecekti. Fakat Türk Telekom’u satın alanlar, çok sayıda gayrimenkulü sattılar. Satılmaması yönündeki Danıştay kararlarını ve Devlet Denetleme Kurulu kararlarını dinlemediler.
Eski dönemlerdeki devlet yöneticilerinin icraatlarına bakarsak, devletin sahibi olduğuna inanılan padişahlar (ve devlet erkânı) bile, kişisel çıkarları uğruna, toplumu yabancılara peş-keş çekmeye kalkışmışlardır.
Örneğin son padişah Vahdettin: “İngiliz ulusuna karşı beslediğim sevgi ve hayranlık duygularımı babam Sultan Abdülmecit’ten miras aldım. Ümidimi Allah’tan sonra İngiltere’ye bağladım.”
İngiliz Karadeniz Ordu Komutanı General Milne’nin Londra’ya İngiliz Genelkurmayı’na yazdığı rapor’da: “ Sultan Vahdettin, İngilizlerin Osmanlı topraklarında idareyi mümkün olduğu kadar süratle ellerine almasını istiyor.”1919
Hariciye Nazırı Mustafa Şerif Paşa: “Kendim, kabinedeki arkadaşlarım, Sultan ve geniş bir halk kitlesi adına katiyet ve ciddiyetle temin ederim ki, umumun arzusu İngiltere tarafından idare edilmektir.” 16.12.1918, İngiliz Ordu Komutanı General Milne’ye..
Sadrazam Tevfik Paşa: “Tevfik Paşa İngiltere ile gizli bir anlaşmaya varılarak Osmanlı Devleti’nin İngiltere’ye bağlılığının sağlanmasını istedi.” Yüksek Komiser Amiral Calt Horpe’un raporundan. 06.06.1919.
Yazar Refi Cevat Ulunay: "Türkler kendi güçleri ile adam olamaz. İngilizler elimizden tutup bizi kurtaracak." - 21.05.1919
Toplum denilen ortak yaşam şekli, iş ve meslek dalları arası bir ortaklık sistemidir. Bir daktilograf bir sayfa yazıyı, yaklaşık bir dakikada yazar, hem de klavyeye hiç bakmadan. Bir marangoz bir çekiç darbesiyle bir çiviyi dibine kadar çakar. Bir elektrikçi bir kabloyu 1-2 dakikada duvarın içindeki borudan geçirip, elektrik hattını tamamlar, vs.. Ama bir insan hem daktilo işlerini, hem marangozluk işlerini, hem elektrik işlerini, vs. kendisi yapmaya kalkarsa, bir sayfa yazıyı en az bir saatte yazar; bir-iki saniyede çakılacak bir çiviyi birkaç defa eğip-doğrulttuktan sonra 1-2 dakikada ancak; vs. Görüldüğü üzere, her bir iş için harcadığı zaman en az 60 katına çıkar. İşte bu tam bir zaman savurganlığı örneğidir ve hiç ekonomik değildir.
Tek başına yaşayan bir insan sürekli bir koşuşturma içinde olmak zorundadır. Hem ihtiyacı olan sebzeleri, tahılları üretecek, hem tahılları öğütüp un yapacak, hem yiyeceği eti sağlayacak, hem ateş yakacak, hem yemek pişirecek bir fırın yapacak, hem tabak, kaşık yapacak, vs… Bu kadar farklı görevin hepsini bir insanın tek başına yapması imkânsızdır, çünkü buna ne zamanı, ne bilgisi ne de enerjisi yeterli değildir. Toplumsal bir sistem içinde yaşayan bir insan ise, bu görevlerden sadece birini yapar ve diğer insanlarla ürününü veya hizmetini takas ederek yaşar. Bu sayede hem daha az koşuşturur ve hem de çok daha rahat bir yaşam düzeyine kavuşmuş olunur.
Riehl (2010) da gösterildiği üzere, karşılıklı ortaklık tüm canlılar âleminde de yaygındır. Karşılıklı ortaklıkların varlıkların yararına olması şu noktadan kaynaklanır. Her varlık bir iş yapmak için enerji kullanır. Ancak her varlığın kullandığı enerji türü farklı – farklıdır. Kuant dediğimiz foton düzeyindeki enerji kaynağını maddeye dönüştüren ilk canlılar prokaryotik bakterilerdir. Kloroplast adlı bir bileşik bu işlemi yapan temel modüldür. Ondan sonra oluşan deniz yosunları, otlar, ağaçlar, vs. hep bu temel kloroplast modülünü kullanmak, onunla ortaklık yapmak zorundadırlar. Kloroplast modüllerinin oluşturdukları karbonhidrat moleküllerini oksitleyerek, ATP, ADP gibi fosfatlı moleküllere dönüştüren mitokondria adı verilen organel de, p
roteobacteria denilen bir başka temel varlık temsilcisidir. Bu nedenle, tüm eukaryot hücreli canlılar, enerji dönüştürme işlemlerinde bu p
roteobacteria temsilcisi olan mitokondria ile ortaklık yapmışlardır. Görüldüğü üzere, tüm hayat sistemleri, bir önceki evrede (zamanda, dönemde) oluşturulmuş eski bilgi-sahipleri (çeşitli bileşimlerdeki madde kombinasyonlarının oluşturdukları farklı anizotropik yapısallaşmalar) ile ortaklık yapılarak oluşturulmaktadır.
Bu nedenle toplum (devlet) iş ve meslek sahipleri arasındaki bir ortaklık sistemi olarak işlev görür. Dolayısıyla yapısallaşması ve yönlendirilmesi tamamen iş-ve meslek dalları arası ilişkiler çerçevesinde olmak zorundadır.
İnsanlık farkında olmadan, karşılıklı hizmet ortaklıklarından yararlanmaya başlamıştır. Farkında olmadan diyorum, çünkü yaptığı bu hizmet-değiş-tokuşlarının kendi yararına olduğunu, yani toplumun kendisi için bir ortaklık sistemi olduğunu bilmez. Bilseydi, hiçbir insan asla işine-ürününe hile katmazdı (manav çürük elmayı poşete koymazdı, inşaatçı kötü malzeme kullanmazdı, vs.).
Yukarıda gösterildiği üzere liderli sistemler toplumsal sisteme zararlı oluşumlardır. Onun için toplumsal sisteme sahip çıkılmasının gereğini halkın öğrenmesi gerekir.
4. Birinci Amaç ve Hedefin Belirlenmesi Çok Önemlidir
Amaç ve hedef belirgin olmadıkça, kuvvetlerin odaklanması kaybolur, enerji boşa harcanır. Onun için temel amaç ve hedef çok belirgin olmalıdır. Hedefimizin ne olması gerektiği konusunda üzerinde anlaşıp-uzlaşmamız gereken temel nokta şudur:
►1- Doğada bir denge ve düzen vardır. Atalarımız bu denge ve düzen oluşturucu gücü “Tanrı veya Allah” olarak tanımlamıştır.
►2- Fizik-kimya-biyoloji-jeoloji-nörofizyoloji gibi temel doğa bilimlerinin henüz yeterince gelişmediği eski zamanlarda, doğadaki denge ve düzen oluşturucu bu güç sistemi, kuantsal kökenli düşünülemediği için, varlıkların dışında, ekstra bir varlık, görülmeyen ebedi ömürlü, sabit, değişmeyen, büyük bir canlı (felsefecilerin tanımıyla vis plastica = yontucu-şekillendirici güç) olarak tasarlanmıştır.
►3- Doğa bilimlerindeki yeni araştırmalar sonucunda ise, doğadaki bu güç sisteminin varlıkların içinde (temel bileşenlerinde, yani kuantsal sistemde) olduğu ortaya konulmuştur. Temeldeki bu güç sistemi hem yapıcı, hem yıkıcı olabilen sürekli bir değişim döngüsü içindedir, yani sabit değildir. Dolayısıyla doğada ebediyet, sabit ömürlülük diye bir şey yoktur, bu nedenle zaman değişim-dönüşümlerin göstergesi olmaktadır.
Özetleyecek olursak, üzerinde uzlaşılması gereken temel hedef
►a) Doğadaki denge ve düzen oluşturucu güç sisteminin varlıkların bedenleri dışında değil, varlıkların bedenleri içinde olduğunun,
►b) Ebediyet (ebedi hayat, vs) diye bir şeyin olmadığının, her şeyin sürekli bir değişim-dönüşüm içinde olması gerektiğinin
bilinmesi, ona göre düşünülüp-davranılmasıdır.
Bu temel hedefe ulaşmadan yapılacak tüm işler boşuna çabalar olacaktır, çünkü beynindeki hücre bağlantıları geleneksel bilgilere göre yapılmış insanların, “simetri-kırılması + sabitleştirilme + köleleştirme” üçlüsü, doğal-sistem-mantığı ile düşünmesi ve davranmasını olanaksızlaştırmaktadır. Beynimizde yeni bir by-pass hattı oluşturup, eski bağlantıyı devre dışı bırakmadan, doğal-sistem-mantığı ile düşünüp, sorunlarımızı çözebilmemiz olanaksızdır.
Doğadaki denge ve düzen varlıkların bizzat aktif katılımlarıyla sağlanmaktadır. Bedenlerinin hücrelerince oluşturulduğunu fark edemeyen insanlar gerçek toplum oluşturamazlar.
Bu sitenin amacı, insanlara doğadaki oluşum mekanizmasını açıklamak ve aynı mekanizmayı toplumsal sisteme uygulayacak şekilde davranmasını sağlamaktır. Toplum, insanların oluşturacağı bir üst-sistemdir. Aynen bedenlerin hücrelerce oluşturulması gibi oluşturulmak zorundadır. Hücreler aynı genetik bilgileri içermiyorlarsa, karşılıklı olarak kromozomların birbirlerine yapışıp- ortak bir beden oluşturmak üzere davranmaları olanaksızlaşır, yani döl tutmaz. Bu nedenle toplumlarda insanların aynı amaç ve hedef uğrunda bir araya gelmeleri ve bu hedefe ulaşmak için de ortak davranışta bulunmaları şarttır.
Bu sitede herkes görüşünü açıklayabilir, ancak öne sürülen görüşün tüm toplumsal sorunları çözecek nitelikte olması şarttır. Yoksa bir şeyi yapayım derken, başka şeyler yıkılacaksa, o görüşle toplumsal birliktelik sağlanmaz.
Sitenin “files” kısmına “Doğadaki Oluşum Mekanizması” adında bir dosya yerleştirilmiştir. O dosyada, doğadaki sisteme uygun bir toplumsal sistemin nasıl olması ve nasıl oluşturulacağı konusunda, moderatörün görüşleri yer almaktadır. Bu dosyada hatalı veya eksik noktalar varsa, bunları sitemizde tartışmaya açacağız. Buna benzer şekilde başkalarının başka tür toplumsal birlik oluşturma modelleri varsa, onları ortaya koymalarını isteyeceğiz. “Barika-i hakikat müsademe-i efkardan doğar = gerçek-kıvılcımı fikirlerin çarpışmasından doğar” deyimi uyarınca, toplumsal sistemimizin nasıl oluşturulacağını ortaya koyacağız.
Yani bizler toplumsal hayatın bizzat sahibi olduğumuzu gösterip, aktif rol alarak sistemimizin nasıl işletilmesi gerektiğine karar vereceğiz. Demokrasi halk idaresi olduğuna göre, halk nasıl idare edilmesi gerektiğini de belirlemelidir. Yasa ve yönetmeliklerin oluşturulma hakkı artık tepedekilere bırakılmamalı, halk toplumunun sahipliğini bizzat üstlenmelidir.
Şimdiye dek, “her kafadan bir ses çıkarsa, ortalık gürültüden geçilmez olur” görüşü insanlarda egemen idi. Bu görüş, toplum kavramının yanlış tanımından kaynaklanır.
Varlıkların bir araya gelmelerinin nedeni rahatlama dürtüsü olarak tanımlanmıştı. Tüm varlıklar daha rahat bir duruma gelmek için hücre > beden > koloni gibi üst-sistemler içinde bir araya gelmeye, ortaklıklar oluşturmaya çalışırlar. Bedenlerimiz de bu tür çabalar sonucu bir araya gelen hücrelerden oluşurlar. Ortaklıklarda parazitlere, asalaklara yer yoktur. Bu nedenle, kendisine iş düşmeyen her hücre, intihar ederek yok olmak zorunda kalır, çünkü doğada iş görmeyen hiçbir varlığa yaşam hakkı yoktur. Toplum hayatı da, iş-ve-meslek sahipleri arası bir ortaklık sistemidir ve her insan ancak ve ancak bir iş veya mesleğe sahipse bu sistemde yer alır. Sistemde yeri olan her insanın da ortaklıkta işlerin yolunda gitmesi için sorumluluğu ve görevi vardır. Onun için hepsi görüş bildirme hakkına sahiptir, hatta buna mecburdur.
Daha rahat bir durum oluşumu, iş ve meslek sahiplerinin sürekli yeni arayışlar içinde olmaları ve hep daha ekonomik işlemler oluşturmaları sayesinde gerçekleşir. Örneğin ilk motorlu arabalar 100’ km yol için yaklaşık 20 lt benzin yakarlarken, günümüz arabaları 3-4 litre benzinle aynı işi yapabilmektedir. Daha verimli yeni yapısallaşmaları yapanlar ise liderler değil, tabandaki kesimi oluşturan halktır. Bu nedenle tabandaki bireylerin gelişimlerine ve eğitimlerine değer vermeyen, hep tepedekilerden bir şey bekleyen devletler, geri kalmaya mahkumdurlar.
Halbuki tüm geleneksel toplumlarda halk kul veya reaya olarak görülmüş ve kabul edilmiştir. Bu nedenle onların bireysel olarak söz hakları olamaz. Onların bir güdücüsü olmalıdır.
Geleneksel olarak insanların böyle düşünmelerinin temelinde doğadaki oluşturucu güç sistemini varlıkların dışında ekstra bir güç sistemi olarak kabul etmelerinden kaynaklanır. Sitemizde verilen bilimsel veri kaynaklarında ise, atalarımızın bu konuda tam bir yanılgı içinde oldukları ıspat edilmiştir.
Doğadaki güç ve kuvvet sistemi varlıkların dışında düşünülen olağanüstü bir varlığa atfedildiği için, insanların da, bu olağanüstü gücü temsil ettiği düşünülen kişilerce yönetilmeleri bu şekilde başlamış ve hala da devam etmektedir. Bu nedenle tüm yasa ve yönetmelikler tepedekilerce ve tepedeki bir zümrenin çıkarlarını savunacak-koruyacak şekilde oluşturulmuşlardır.
Onun için başbakan, bakanlar, tüm milletvekilleri vs dokunulmazlık zırhına büründürülmüşlerdir, onlardan hesap sorulamaz. Dolayısıyla, halkın topluma sahip çıkmasının ilk adımı, yasalarda gerekli değişiklikleri yaparak, tüm devlet yöneticilerini ve bürokrasi çarkını hesap sorulacak şekle dönüştürmekten geçmektedir. Bunun en basit yolu da, halkın bizzat toplumsal sisteme sahip çıkmasıdır.
Bu nedenle liderli sistemler toplumsal sisteme zararlı oluşumlardır ve biz toplumsal sistemimize sahip çıkılmasını savunanlar olarak bir araya geldik.
Ancak “bir çiçekle yaz gelmez” özdeyişinden hareketle, sayımız az olduğu sürece, toplumda sesimizi duyurmamız mümkün olmayacaktır. Bu nedenle Doğadaki Oluşum Mekanizması (DOM) sistemini mümkün olduğunca çok kişiye aktarıp-benimsetmemiz gerekmektedir.
Geometrik artış dizilerin sırrını bilmeyenler için, satranç oyununu bulan kişi ile oyunu beğenisine sunduğu sultan (Şah) arasında geçen hikayeyi kısaca tekrarlamak istiyorum.
Şah, satranç oyununu o kadar beğenir ki, oyunu bulan kişiye “Dile benden ne dilersen!” der. Kişi ise şöyle bir istekte bulunur:
“Sultanım, satranç tahtasında 64 tane kare var; bu karelerden 1.sine bir buğday tanesi, 2.sine 2 tane, 3.süne 4 tane, 4.süne 8 tane, 5.sine 16 tane, yani her defasında ikiyle çarpacak şekilde buğday tanesi istiyorum, yani toplamda 264 buğday tanesi istiyorum” der. Sultan bu isteği küçük görerek, “yani hepsi bu kadar mı?” der ve vezirine isteğin yerine getirilmesini emreder.
Bir süre sonra vezir süklüm-püklüm Şah’ın huzuruna çıkar ve “Sultanım, çok üzgünüm, ama bu isteği yerine getirmemiz mümkün değil, bırakın bizim depolarımızdaki buğdayları, dünyada senelerce üretilecek tüm buğdayları da toplasak, bu isteği yerine getiremeyiz” der.
Şah, adamın zekasına bir defa daha hayran kalır.
Şimdi bu hikayeden giderek, yapılması gereken işleme geçmek istiyorum. Bizlerin her biri, ayda bir kişiyi DOM sistemiyle tanıştırıp benimsetsek, 224 ayda Türkiye’nin nüfusuna ulaşırız. Ayda bir değil de 6 ayda bir bunu başarsak, 12 yılda Türkiye’nin nüfusuna ulaşırız. Ve bu yapılamayacak bir şey değildir.
2023 yılı Cumhuriyetimizin 100. kuruluş yılıdır ve o yıldönümünde ülkemizi dünyanın ilk gerçek toplumsal sistemini oluşturan ülkesi olarak görecek şekilde kutlayabiliriz. Çocuklarımıza ve torunlarımıza bundan daha büyük bir miras bırakılması mümkün değildir. Bu girişimi başlatan ve gerçekleştiren kişiler olarak gelecek nesiller sizleri anacak ve anımsayacaktır.
Böyle mir ulvi göreve soyunmak ve 2-4-8-16- sistemini hayata geçirmek üzere işe başlamaya hazır mıyız? Bu site buna hazır olanların buluşma yeri olacaktır. Boşuna tartışmalara zaman harcamayacağız. Sitemizin kaynak eserleri bölümündeki yazıda düzeltilmesi-değiştirilmesi gereken noktalar varsa, onları ortaya koyup, üzerinde hem-fikir olduğumuz bir metin ortaya koyalım ve işe koyulalım.
Demokrasiye ve toplumumuza sahip çıkmak üzere bu girişime destek vermenizi beklerken,
Sevgi ve saygılarımı sunarım.
Prof. Dr. İsmet Gedik
KAYNAK ESERLER:
ADOLPHS, R. 2003: Cognitive Neuroscience of Human Social Behaviour. Nature Rev. Neurosciences, v. 4, 165-178.
ALBERT, D.Z. 1994: Bohm’s Alternative to Quantum Mechanics. Scientific American, vol. 270/5, 32-39
AL-KHALILI, J. 2003: Quantum. A guide for the perplexed. Weidenfeld & Nicolson, New York, 280 s.
Al-Khalili, J. & McFadden, J. (2008): Quantum Coherence and the Search for the First Replicator. In Abott, D., Davies, P.C.W. & Pati, A.K. (Eds)(2008) Quantum Aspects of Life. Imperial College Press, 581 p.
Allmann, S. & Baldwin, I. T. 2010: Insects Betray Themselves in Nature to Predators by Rapid Isomerization of Green Leaf Volatiles. Science, Vol. 329. no. 5995, pp. 1075 – 1078.
ANDERSON, J C.; VOIGT C. A. & ARKIN, A. P. 2007: Environmental signal integration by a modular AND gate. Molecular Systems Biology 3:133.
ARP, H.C. 1998. Seeing Red: Redshifts, Cosmology, and Academic Science, 306 p., Apeiron, Montreal. (Paradigm – slaving principle)
ASPECT, A., 1999: Bell's inequality test: more ideal than ever, Nature 398, 189
ASPECT, A., DALIBARD, J. & ROGER, G., 1982: "Experimental test of Bell's inequalities using time-varying analyzers" Physical Review Letters 49 #25, 1804
Avcı, H. 2010: Haliç’te Yaşayan Simonlar: Dün Devlet, Bugün Cemaat. Angora Kitapları, 608 s.
BALANOV, A., JANSON, N., POSTNOV, D., SOSNOVTSEVA, O., 2008: Synchronization. From Simple to Complex. Springer Berlin Heidelberg,449 p. ISBN: 978-3-540-72127-
BALL, Philip, 2008: Cellular memory hints at the origins of intelligence. Nature, v. 451, p 385.
BARON, M., NORMAN, D.G. ve CAMPBELL I.D., 1991: Protein Modules. Trends in Biochemical Sciences. Vol. 16/1, s.13-17.
BAUER, J. 2008: Das kooperative Gen. Abschied vom Darwinismus.Hoffmann und Campe, Hamburg. 223 s.
BASAR, E. 1999: Brain Function and Oscillations. Volume II: Integrative Brain Function. Neurophysiology and Cognitive Processes. 476 pp. 198 figs.
BECK, G. ve HABICHT, G.S., 1996: Immunity and the Invertebrates. Scientific American, vol. 274/5, s.42-46.
BERRY, M. V. 1984: Quantal phase factors accompanying adiabatic changes. Proc. R. Soc. Lond., vol. A392, , pp. 45–57.
BEKOFF, M., 2002: Minding Animals. Oxford Univ.-Press, 240 p., 8 figs.
BIEBRACHER, C.K., NICOLIS, G. & SCHUSTER, P., 1995: Self-Organisation in Physico-Chemical and Life Sciences. European Comission, EUR 16546.
BIRBAUMER, N., 1993: Der Mensch denkt, das Gehirn lenkt. Deutsch.Forschungdienst Ber. a.d.Wiss. 9/93, s 6.
BLINOV, B. B., MOEHRING D. L. , DUAN, L.- M. & MONROE, C. 2004: Observation of entanglement between a single trapped atom and a single photon. Nature 428, 153–157.
BLOBEL, G., 1999: Protein Targeting. Nobel Lecture, s.244-287. (Adress-Tags, Signal Recognizing Particles (SRP), SRP-receptor)
BLOOM, F.L., LAZERSON, A., 1988: Brain, Mind and Behavior. Freeman, Newyork, 394 s.
BOHM, D. & HILEY, B., 1993: The Undivided Universe. (An ontological interpretation of quantum theory) Routledge, London.
BRAIDWOOD, R.J. 1995: Prehistoric Man – Tarih Öncesi İnsan. Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 290 s.
BRAY, Dennis, 1995: Protein molecules as computational elements in living cells. Nature vol. 376, p. 307-312
BRECHBÜHL, J., KLAEY, M. & BROILLET, M.-C. 2008: Grueneberg Ganglion Cells Mediate Alarm Pheromone Detection In Mice. Science 22 August 2008: Vol. 321. no. 5892, pp. 1092 - 1095
BRENTJES, B., 1981: Völker am Euphrat und Tigris. Koehler & Amelang, Leipzig, 263 s.
BRINKMANN, R., 1966: Abriss der Geologie, Band II, Historische Geologie. Enke Verlag, 345 s..
BRONOWSKI, J., 1973 (1987): İnsanın Yükselişi. V-Yayınları, İstanbul, 188 s..
BROWN, W.A., 1998: The Placebo Effect. Scientific American, vol. 278\1, s. 68-73.
BRUNNER, F.K., 1997: Continous Monitoring of Deformations using the Global Positioning System. AvH-Magazin, Nr. 69, 29-38, Bonn.
BUTTERFIELD, N.J., KNOLL, A.H. & SWEET K., 1990: A bangiophyte red alga from the proterozoic of Arctic Canada. Science 250, 104-107.
BUZSÁKI, G., 2005: Neuroscience: Neurons and navigation. Nature 436, 781-782
CALVIN, W.H., 1994: The Emergence of Intelligence. Scientific American, vol. 271\4, s.79-85.
CAMAZINE, S., DENEUBOURG, JL., FRANKS, N.R., SNEYD, J, THERAULAZ, G. & BONABEAU, E. (eds.), 2001: Self-Organisation in Biological Systems. Princeton, NJ. Princeton University Press.
CAMPBELL, J.,: The Masks of God (İlkel Mitoloji, Tanrının maskeleri) İmge Yayınları.
CATANIA, K.C., 2002: The Nose Takes a Starring Role. Scientific American 287/1, 38-43
CAVALLI-SFORZA, L.L, PIAZZA, A, MENOZZI,P., & MOUNTAIN, J. 1988: Reconstruction of Human Evolution: Bringing together genetic, archaeological and linguistic data. Proceedings of the National Academy of Science, vol 85, no 16, s.6002-6006
CERAM, C.W., 1972: Götter, Graeber and Gelehrte. Rowohlt, 447 s.
CHOPRA, Deepak, 1990: Sağlığı Yaratma. İnkilap Kitabevi, İstanbul, 255 s.
CLAUDE, A., 1974: The Coming Age of the Cell. Nobel Lectures, Physiology or Medicine 1971-1980 Editor Jan Lindsten, World Scientific Publishing Co., Singapore, 1992
CLAPHAM, D. E., 2003: TRP channels as cellular sensors. Nature 426, 517 – 524.
COHEN, M, X. and RANGANATH, C. 2007: Reinforcement Learning Signals Predict Future Decisions. J. Neurosci. 27, 371–378
COHEN, S. M., 2003: Long-range signalling by touch. Nature 426, 503 – 504.
CRICK, F. & KOCH, C., 1992: The Problem of Consciousness. Scientific American, vol.267/3, s.110-117.
Crommie, M.F., Lutz, C.P. and Eigler D.M., (1993): Confinement of electrons to quantum corrals on a metal surface. Science 262, 218-220.
CURTIS, S. 1977: Genie: A Psycholinguistic Study of a Modern-Day "Wild-Child". New York, Academic Press.
ÇIĞ, M.İ., 1995: Sumerlilerden Yahudilik, Hırıstiyanlık ve Müslümanlığa Ulaşan Etkiler ve Din Kitaplarına Giren Konular. Türk Tarih Kurumu, Belleten, 223, s. 685-725.
DAMASIO, A.R. & DAMASIO, H., 1992: Brain and Language. Scientific American, vol.267/3, s.62-71.
DARWIN, C. 1859: The Origin of Species. Bantam Books, 416 p.
Davies, P.C.W. (2008): A Quantum Origine of Life? In Abott, D., Davies, P.C.W. & Pati, A.K. (Eds)(2008) Quantum Aspects of Life. Imperial College Press, 581 p.
DEACON, T.W., 1997: The Symbolic Species. The Co-evolution of Language and Brain. Norton Company, NY.
DEJEAN A., SOLANO P. J., AYROLES J., CORBARA B. & ORİVEL J., 2005: Insect behaviour: Arboreal ants build traps to capture prey. Nature, 434. 973.
DEPPMANN, C. D., MIHALAS, S., SHARMA, N., LONZE, B. E., NIEBUR, E. & GINTY, D. D., 2008: A Model for Neuronal Competition During Development. Science 18 April 2008: Vol. 320. no. 5874, pp. 369 - 373
DICKMANN, S., 1993: An Array of Science From Mitochondrial Eve to EUVE. Science, Vol 259, s.1249-1251.
DIETRICH, L. E. P., TEAL, T. K., PRICE-WHELAN, A. & Newman, D. K. 2008: Redox-Active Antibiotics Control Gene Expression and Community Behavior in Divergent Bacteria. Science 29 August 2008: Vol. 321. no. 5893, pp. 1203 – 1206
DING, G., KANG, J., LIU, Q., SHI, T., PEI, G. & LI, Y.: 2006: Insights into the Coupling of Duplication Events and Macroevolution from an Age Profile of Animal Transmembrane Gene Families. PLoS Comput Biol 2(8): e102. DOI: 10.1371/journal.pcbi.0020102.
DOBZHANSKY, T, AYALA, F.J., STEBBINS, G.L.,VALENTINE, J.V., 1977: Evolution. W.N. Freeman, San Fransisco.
DONALD, M., 1991: Origin of Modern Mind. Three Stages in the Evolution of Culture and Cognition. Cambridge, Harvard Uni. Press.
DOOLITTLE, R.F. ve BORK, F. 1993: Evolutionary Mobile Modules in Proteins. Scientific American, vol 269/4, 34-40.
DUKE, R.C., OJCIUS, D.M. ve YOUNG, J. D.-E, 1996: Cell Suicide in Health and Disease. Scientific American, vol. 275/6, s. 48-55
DUPRÉ, J., 2002: Humans and Other Animals. 240 p., ClarendonPress.
DURSUN, T., 1990: Tabu Can Çekişiyor. Din Bu. Kaynak Yayınları, c.1-2.
De DUVE, C. 1996: The Birth of Complex Cells. Scientific American, vol 274/4, s. 38-45
DYALL, S. D., BROWN, M.T. & JOHNSON, P. J., 2004: Ancient Invasions: From Endosymbionts to Organelles. Science Vol. 304, , pp. 253-257.
EBERHART, M.E. 1999: Why Things Break? Scientific American 281/4, s.44-51.
Eddington A S 1935 The Nature of the Physical World (London: Dent) The Gifford Lectures (Original edition 1928)
EFLATUN, Timaios (Çevirenler: Erol Güney ve Lütfü Ay), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları 1133, Ankara,1989.
EFLATUN, Kritias (Çevirenler: Erol Güney ve Lütfü Ay), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları 905, Ankara,1989.
Eggermont, J. J. (1998). Is there a neural code? Neuroscience and Biobehavioral Reviews, 22, 355–370
EICHELE, T., DEBENER, S., CALHOUN, V. D., SPECHT, K., ENGEL, A.K., HUGDAHL, K., Von CRAMON, D. Y. and ULLSPERGER. M. 2008: Prediction of human errors by maladaptive changes in event-related brain networks. PNAS published April 21, 2008, 10.1073/pnas.0708965105
EICHER, D.L., 1976: Geologic Time. Prentice Hall, 150 s..
EISBERG, R. ve RESNICK, R. 1974: Quantum Physics. Wiley & Sons, New York, 713 s..
EMOTO, M., 2002a: Die Botschaft des Wassers. Koha-Verlag, 114 p.
EMOTO, M., 2002b: Wasserkristalle. Koha-Verlag, 134 p.
ERCAN, T., 1990: Ege'yi sarsan kıyamet. Cumhuriyet Bilim Teknik, S. 180, s.6-8.
ERICKSON, M.H., ROSSI, E.R. ve ROSSI, S.L., 1974: Hypnotic Realities, The Induction of Clinical Hypnosis and Forms of Indirect Suggestion. Irvington Publ. New York.
ERIKSSON, P. et al., 1998: Neurogenesis in the Adult Human Hippocampus. Nature Medicine, vol 4/11, s. 1313-1317.
EVANKO, D., 2008: Imaging and visualization: Protein suicide highlights the cell cycle. http://www.signaling-gateway.org/update/updates/200804/nmeth0408-283.html. Fawer, Adam, 2006: Improbable (Olasılıksız). April Yayıncılık, Ankara, 470 s.
FEHR, E., BERNHARD, H. & ROCKENBACH, B. 2008: Egalitarianism in young children. Nature 454, 1079-1083
FEHR, E. & GÄCHTER, S., 2000: Cooperation and Punishment in Public Goods Experiments. American Economic Review, Vol. 90/4, p.980-994.
FEIBLEMAN, J.K., 1954: Theory of integrative levels. Brit. J. Phil. Sci., 5: 59-66
FELDMAN, Y., PUZENKO, A., ISHAI, P. B., CADUFF, A. and AGRANAT, A.J., 2008: Human Skin as Arrays of Helical Antennas in the Millimeter and Submillimeter Wave Range. Phys. Rev. Lett.100.128102
FERBER, D., 2005: Immortality Dies as Bacteria Show Their Age. Science, Vol 307, Issue 5710, 656.
FEUSTEL, R. 1983: Abstammungsgeschichte des Menschen, VEB FISCHER, Jena, 292 s.
Feynman R. P, (1949a): The Theory of Positrons. Physical Review Volume 76, Number 6, 749-759.
Feynman R. P, (1949b): Space–Time Approach to Quantum Electromechanics. Physical Review Volume 76, Number 6, 769-789.
Feynman R. P, (1961)): Quantum Electrodynamics. Advanced Book Classics (1997). 123 p.
FEYNMAN, R.P., 1965: The Character of Physical Law. M.I.T. Press, 210 p.
FEYNMAN, R.P., 1985: QED – The Strange Theory of Light and Matter. Princeton Univ. Press. 175 s.
FIORILLO C. D., TOBLER, P. N.& SCHULTZ W., 2003: Discrete Coding of Reward Probability and Uncertainty by Dopamine Neurons. Science Volume 299, Number 5614, pp. 1898-1902
FISCHBACH, G.D.,1992: Mind and Brain. Scientific American 267/3, s. 24-33.
FISCHER, I., 1975: The Figure of the Earth – Changes in Concepts. Geophysical Surveys 2, s. 3-54. Dordrecht-Holland.
FITTER, H. & FITTER, R. S. R., 2002: Rapid Changes in Flowering Time in British Plants. Science, Vol 296, 1689-1691
FRANKS, N. R. and RICHARDSON, T., 2006: Teaching in tandem-running ants. Nature 439, 153.
FRAZER, J.G. 1890: The Golden Bough. The Roots of Religion and Folklore. London. (Altın Dal, Dinin ve Folklorun Kökleri, Payel Yayınları, İstanbul 1992)
Freyd, J. J. (1987). Dynamic mental representations. Psychological Review, 94, 427–438.
Gedik, İbrahim., 2006, DÖNEL DEVİNİM KURAMI; Enerjiden Maddeye-Nötrinodan Galaksiye Dönel Devinim ve Evrenin Bu Devinim ile Yapılanışı. Çağlar Yayınları, 353s., Ankara.
GEDİK, İ., 1992: Atlantis: Efsanevi batık kent nerede? Türklerle ilişkisi var mı? Cumhuriyet Bilim Teknik, sayı 285, s.8-10, İstanbul.
GEDİK, İ. 1998: Dünyanın Oluşumundan İnsanlığın Gelişimine: Değişimler ve Dönüşümler. Jeoloji Mühendisliği, Sayı 52, s. 75-139. Ankara.
GEDİK, İ. 1999: Cell consciousness, human consciousness and their relations. Toward a Science of Consciousness, Fundamental Approaches, Tokyo '99, p.A34.
GEDİK, İ. 2001 : History and Theory of Life, Hayatin Teorisi Ve Tarihçesi. http://www.hayat.8m.com
GEDİK, İ. 2001(b): Hücreselliğimiz, İnsanlığımız, Toplumsallığımız; “BİLGİnin” bu Oluşumlardaki Rolü (I). www.universite-toplum.org Vol. 1, Nr.3, Aralık 2001. http://www.universite-toplum.org/text.php3?id=43 GEDİK, İ. 2002: Hücreselliğimiz, İnsanlığımız, Toplumsallığımız; “BİLGİnin” bu Oluşumlardaki Rolü (II). www.universite-toplum.org Vol. 2, Nr.1, Mart 2002. http://www.universite-toplum.org/text.php3?id=52 GEDİK, İ. 2002: Hücreselliğimiz, İnsanlığımız, Toplumsallığımız; “BİLGİnin” bu Oluşumlardaki Rolü (III). www.universite-toplum.org Vol. 2, Nr.2, Haziran 2002. http://www.universite-toplum.org/text.php3?id=72 GEDİK, İ. 2002: Hücreselliğimiz, İnsanlığımız, Toplumsallığımız; “BİLGİnin” bu Oluşumlardaki Rolü (IV). www.universite-toplum.org Vol. 2, Nr.3, Eylül 2002. http://www.universite-toplum.org/text.php3?id=84 GEDİK, İ., 2004 (2006): Fındıkçılık Sistemi Oluşturulmasının Teorik Temelleri. 3. Milli Fındık Şurası Tebliğler Kitabı, s. 219-225. (Giresun, 10-14 Ekim 2004)
GEDİK, İ., 2006: The Main Cause of Ant-Social Behaviours among Humanity. In: The İstanbul Conference on Democracy & Global Security, June 9-11, 2005, İstanbul; Edited by Turkish National Police, p 581-589. (ISBN: 975-585-575-0)
GEDİK, İ., 2008: Doğadaki Oluşum Mekanizmasıyla İnsanlığın Sorunlarının Çözüm Yolu. Okyanus Yayınları, İstanbul, 240 s. ISBN: 975-6529-74-4
Goel, A. (2008): Molecular Evolution: A Role for Quantum Mechanics in the Dynamics of Molecular Machines that Read & Write DNA. In Abott, D., Davies, P.C.W. & Pati, A.K. (Eds)(2008) Quantum Aspects of Life. Imperial College Press, 581 p.
GERSHON, E.S. & RIEDER, R.O., 1992: Major Disorders of Mind and Brain. Scientific American, vol.267/3, s.88-95.
GERSTEIN, M. & LEVITT, M., 1998: Simulating Water and the Molecules of Life. Scientific American, 279/5, 75-79.
GILGAMIŞ DESTANI, Mustafa Ramazanoğlu çevirisi, İstanbul, 1942, 107 s.
GIESE, M.A. & POGGIO, T. 2003: Neural Mechanism for the Recognition of Biological Movements. Nature Rev. Neurosciences, v. 4, 179-192
GORDON, P., 2004: Numerical Cognition Without Words: Evidence from Amazonia. 10.1126/Science.1094492, 8 p.
GOLDBETER, A. 2002: Computational approaches to cellular rhythms. Nature 420, 238 - 245
GOULD, S.J., 1980: The Panda’s Thumb. More reflections in natural history. Norton, New York. ((2)800 milyon kalp-atışı./ömür-memeli)
GOYMER, P., 2006: Human evolution: RNA in the brain makes us different. Nature Reviews Genetics 7, 662.
GREENE, B. 1999: The Elegant Universe. Norton & Company, New York, 448 s.
GRILLNER, S., 1996: Neural Networks for Vertebrate Locomotion. Scientific American, 274/1, s.48-53.
GROSENICK, L., CLEMENT, T. S. & FERNALD, R. D. 2007: Fish can infer social rank by observation alone. Nature Vol 445, 429-433.
GROSSMAN, D. 2004: Spring Forward. Scientific American, 290/1, s.74-81.
HACKERMÜLLER, L., HORNBERGER, K., BREZGER, B., ZEILINGER, A. & ARNDT, M. 2004: Decoherence of matter waves by thermal emission of radiation. Nature427, 711 - 714 HAECKEL, E., 1866: Die Entwicklungsgeschichte der Organismen in ihrer Bedeutung für die Anthropologie und Kosmologie. Berlin.
HAECKEL, E., 1919: Die Weltraetsel. Kröner Verlag Stuttgart, 511 s.
HAFTING, T., FYHN, M., MOLDEN, S., MOSER, M-B., and MOSER, E. I.: 2005. Microstructure of a spatial map in the entorhinal cortex. Nature 436, 801-806
HAKEN, H., 1983: Synergetics. Springer.
HAKEN, H., 1984: Synergetik - Selbstorganisationsvorgaenge in Physik, Chemie und Biologie. Mitteilungen, H. 43, S. 12-23, Alexander v. Humb. Stftg. Bonn.
HAKEN, H. 1999: Synergetics in Sociology and Biology. In KOSLOWSKI, P. (Ed.), Sociobiology and Bioeconomics, The Theory of Evolution in Biological and Economic Theory, Springer, p. 199-218
HAKEN, H. 2000: Information and Self-Organization. A Macroscopic Approach to Complex Systems. Springer Verlag, 222 pp. 62 figs.
HAKEN, H. 2002: Brain Dynamics. Synchronisation and Activity Patterns in Pulse-Coupled Normal Nets with Delays and Noise. 280 p. 82 figs.
HALL, S.S. 2003: The Quest for a Smart Pill. Scientific American, 289/3, s. 36-45. (CREB + AMPA + NMDA)
HAYNES, J.-D., SAKAI, K., REES, G., GİLBERT, S., FRİTH, C.and PASSİNGHAM, R. E., 2007: Reading Hidden Intentions in the Human Brain Current Biology 17, 1–6, February 19, 2007.
HAYS, J.D., IMBRIE, J. ve SCHACKLETON, N.J., 1976: Variations in the earth’s orbit: pacemaker of the ice ages. Science, 194, s. 1121-1132.
HEDDEN, T., KETAY, S., ARON, A., MARKUS, H. R. and GABRIELI, J. D.E. 2008: Cultural Influences on Neural Substrates of Attentional Control. Psychological Science, Volume 19, Issue 1, Page 12-17.
HEDLUND, F., LOOBERG, M. & WAJNBLOM, D., 2004: Decision-making using agent based modeling. Lund Inst. Of Technology, Master Thesis, ISSN 1651-0100
HELLMAN, S. ve VOKES, E.E., 1996, Advancing Current Treatments for Cancer. Scientific American, vol. 275/3, s.84-89. (Apoptosis)
HINTON, G.E., 1992: How Neural Networks Learn from Experience. Scientific American, vol.267/3, s.104-109.
HINTON, G.E., PLAUT, D.C. ve SHALLICE, T., 1993: Simulating Brain Damage. Scientific American, vol. .269, p.58-65.
HIRSCH, G.C., RUSKA, H., ve SITTE, P. (Edts.), 1974: Grundlagen der Cytologie, Jena.
Ho, Mae-Wan 1994: What is (Schrödinger’s) Negentropy? http://www.i-sis.org.uk/negentr.shtml
HO, MAE-WAN, 1999: Are Economic Systems Like Organisms? In KOSLOWSKI, P. (Ed.), Sociobiology and Bioeconomics, The Theory of Evolution in Biological and Economic Theory, Springer, p. 237-257
HOERNER, S.v., 1987: Leben im Weltall und auf Erden. Mitteilungen, H. 49, S. 12-22, Alexander v. Humb. Stftg. Bonn.
HOLDEN, C., 2001: ‘Behavioral’ Addictions: Do They Exist? Science, 294, Nr. 5544, p.980-982.
HORGAN, J. 1992: Quantum Philosophy. Scientific American, vol 267/1, 172-180.
HORN, K. 2004 Charging Atoms, One by One. Science Volume 305, Number 5683, pp. 483-484.
Hougan, M & Altevogt, B. (Rappts.) 2008: From Molecules to Minds, Forum on Neuroscience and Nervous System Disorders. Institute of Medicine of the National Academies. The National Academies Pres, 91 p.
HU, E. M. & COWIE, L. L., 2006: High-redshift galaxy populations. Nature 440, 1145-1150.
HUXLEY, T.H., 1863: Zoological evidences in the man's place in nature. London, Williams and Norgate.
IACOBONI, M. & DAPRETTO, M., 2006: The mirror neuron system and the consequences of its dysfunction |Nature Reviews Neuroscience 7, 942-951
IACOBONI, M., MOLNAR-SZAKACS, I., GALLESE, V., BUCCINO, G., MAZZIOTTA, JC. & RIZZOLATTI, G.: Grasping the Intentions of Others with One's Own Mirror Neuron System. PloS Biol. 3, E79 (2005)
ILIN, M. ve SEGAL, E., 1975: İnsan nasıl insan oldu. Hür Yayınevi, İstanbul, c.1-2.
IMBRIE, J ve IMBRIE, K. P. 1979: Ice Ages: Solving the mystery. New York, MacMillan.
IMBRIE J., HAYS J.D., MARTINSON D.G., McINTYRE A., MIX A.C., MORLEY J.J., PISIAS N.G., PRELL W.L., ve SCHACKLETON N.J., 1984: The orbital theory of Pleistocene climate: Support from a revised chronology of the marine delta 18O record. In BERGER A.L. ve diğ., eds.. Milankovitch and climate: understanding the response to astronomical forcing, Part I, 169-305, Boston, Reidel.
IMRY, Y. & WEBB, R.A. 1989: Quantum Interference and the Aharanov-Bohm Effect. Scientific American, vol 260/4, s.36-43..
INGBER, D.E., 1998: The Architecture of Life. Scientific American, vol 278/1, s.30-39.
ITOH, H., TAKAHASHI, A., ADACHI, K., NOJI, H., YASUDA, R., YOSHIDA, M. & KINOSITA K. JR 2004, Mechanically driven ATP synthesis by F1-ATPase Nature 427, 465 – 468.
JACQUES V., WU E., GROSSHANS F., TREUSSART F., GRANGIER P., ASPECT A., ROCH J-F. 2007: Experimental Realization of Wheeler's Delayed-Choice Gedanken Experiment. Science Vol. 315. no. 5814, pp. 966 – 968.
Javaux, E.J., Marshall C.P. & Bekker, A., 2010: Organic-walled microfossils in 3.2-billion-year-old shallow-marine siliciclastic deposits. Nature 463, 934-938
JAYNES E. T., 1995: Probability Theory: The Logic of Science. Cambridge University Press, (2003). ISBN 0-521-59271-2. JAYNES, S. 1976: The origin of Consciousness in the Breakdown of the Bicameral mind Boston, Houston Miflin.
JOHANSON, D.C. ve M.A. EDEY, 1981: Lucy: the beginnings of humankind. NewYork, Simon and Schuster.
JOHNSTON, H.,2007: Berry’s phase seen in solid-state qubit. http://physicsworld.com/cws/article/news/31942 DE JOUSSINEAU, C., SOULÉ, J., MARTIN, M., ANGUILLE, C., MONTCOURRIER, P. & ALEXANDRE, D. 2003: Delta-promoted filopodia mediate long-range lateral inhibition in Drosophila. Nature 426, 555 – 559.
KAFATOS, M.& NADEAU, R., 1990: The Conscious Universe. Springer, New York.
KAISER, D. & LOSICK, R. 1993: How and Why Bacteria talk to Each Other. Cell, vol 73/5, 873-885.
KÄMPFE, L. (Ed.), 1980: Evolution und Stammungsgeschichte der Organismen. VEB FISCHER, Sttutgart.
KANDEL, E., 2000: The Nobel Prize in Physiology or Medicine 2000, http://nobelprize.org/nobel_prizes/medicine/laureates/2000/press.html
KANDEL, E. 2001: The Molecular Biology of Memory Storage: a Dialogue between Genes and Synapse. Science, 294/5544, 1030-1038.
KANDEL, E.R. & HAWKINS, R.D., 1992: The Biological Basis of Learning and Individuality. Scientific American, vol. 267/3, 52-60.
KARPICKE, J.D. and ROEDIGER III, H.L.: 2008: The Critical Importance of Retrieval for Learning. Science319, 966 (2008); DOI: 10.1126/science.1152408
KAWASAKİ, T., MATSUMURA, Y., TSUTSUMİ, T., SUZUKİ, K., ITO, M. & SOAİ, K., 2009: Asymmetric Autocatalysis Triggered by Carbon Isotope (13C/12C) Chirality Science Vol. 324. no. 5926, pp. 492 - 495
KELLER, J., RYAN, B.F., NINKOVICH, D. ve ALTHERR, R., 1978: Explosive volcanic activity in the Mediterranean over the past 200.000 years as recorded in deep-sea sediments. Geoligical Society of America Bull. vol. 89, s.591-604.
KELLER L. & SURETTE, M.G. 2006 : Communication in bacteria: an ecological and evolutionary perspective. Nature Reviews Microbiology 4, 249-258.
KEMPERMANN, G. & GAGE, F.H., 1999: New Nerve Cells for the Adult Brain. Scientific American, vol 280/5, s. 38-43
KERR, R.A., 1998: Pushing Back the Origin of Animals. Science 279, 803-804
KERR, J.F.R., WYLLIE, A.H. ve CURRIE, A.R. 1972: Apoptosis: A basic Biological Phenomenon with wide Ranging Implications in Tissue Kinetics. British Journal of Cancer, vol 26, 239-257.
KLEIN, R.G., 1989: The Human Career. Human biological and cultural origin. University of Chicago Press. 524 s.
KNOCH, D., PASCUAL-LEONE, A., MEYER, K., TREYER, V. & FEHR, E., 2006: Diminishing Reciprocal Fairness by Disrupting the Right Prefrontal Cortex Published Online October 5, 2006 Science DOI: 10.1126/science.1129156.
KNOLL, A.H., 1991: End of the Proterozoic Eon. Scientific American, vol. 265/4, 64-73.
KNOLL, A.H., 1992: The early evolution of Eukaryotes. A geological perspective. Science 256, 622-627.
KNOLL, A.H. and CAROLL, S.B. 1999:. Early Animal Evolution: Emerging Views from Comparative Biology and Geology. Science 284, 2129-2137
Kobayakawa, K., Kobayakawa, R., Matsumoto, H., Oka, Y., Imai, T., Ikawa, M., Okabe, M., Ikeda, T., Itohara, S., Kikusui, T., Mori K. & Sakano, H., 2007: Innate versus learned odour processing in the mouse olfactory bulb. Nature 450, 503-508
KOSLOWSKI, P. (Ed.) 1999: Sociobiology and Bioeconomics. The Theory of Evolution in Biology and Economic Theory. Springer, 341 s.
KOSSAK, H.-C., 1993: Hypnose, ein Lehrbuch. Psychologie Verlags Union, 833 s.
KOECHLIN, E., ODY, C. and KOUNEIHER, F. 2003: The Architecture of Cognitive Control in the Human Prefrontal Cortex. Science 302: 1181-1185.
KRAMER, S.N. 1956: History begins at Sumer. Newyork 1956. (Tarih Sümer'de başlar, Kabalcı Yayınevi, İstanbul)
KRAMER, S.N., 1963: The Sumerians, their history, culture, and character. Univ. Chicago Press, 355 s.
KRAMER, S.N., 1961: Sumerian Mythology. Harper & Brothers, New York, 135 s.
KUÇURADİ, İOANNA, 1997: 20. Yüzyıl Felsefi Antropolojisinde Takiyettin Mengüşoğlu’nun yeri. In: Yüzyılımızda İnsan Felsefesi, Ed. İ. Kuçuradi. Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara. 75-85.
LABANDEİRA, C.C. ve SEPKOSKİ, J.J. 1993: Insect Diversity in the Fossil Record. Science, vol. 261, p. 310-315.
LANDRY, D.W. 1997: Immunotherapy for Cocaine Addiction. Scientific American, vol.276/2, s.28-31.
LE DOUX, J. (1996). The Emotional Brain. New York: Touchstone.
LEEK, P. J., FINK, J. M., BLAIS, A., BIANCHETTI, R. GÖPPL, M., GAMBETTA, J. M., SCHUSTER, D. I., FRUNZIO, L., SCHOELKOPF, R. J. & WALLRAFF, A. 2007: Observation of Berry's Phase in a Solid-State Qubit. Science DOI: 10.1126/science.1149858.
LEGGETT, A.J. 1999: Quantum theory: Weird and Wonderful. Physics World, vol 12/12, s. 73-77.
Lestas, I., Vinnicombe, G. & Paulsson, J. 2010: Fundamental limits on the suppression of molecular fluctuations. Nature 467 , 174–178 LEVINTON, J.S., 1992: The Big Bang of Animal Evolution. Scientific American, vol.267/5, p.52-59.
Levy, N., Burke, S. A., Meaker, K. L., Panlasigui, M., Zettl, A., Guinea, F., Castro Neto, A. H. & Crommie, M. F. 2010: Strain-Induced Pseudo–Magnetic Fields Greater Than 300 Tesla in Graphene Nanobubbles. Science vol 329, 544-547.
LEWIN, R., 1998: Principles of Human Evolution, Blackwell Sci.
Li, J., Browning, S., Mahal, S.P., Oelschlegel, A.M. & Weissmann, C. 2010: Darwinian Evolution of Prions in Cell Culture. Science 12 February 2010: Vol. 327. no. 5967, pp. 869 – 872
LI, M. O., SARKISIAN, M. R., MEHAL, W. Z., RAKIC, P. and FLAVELL, R. A. 2003: Phosphatidylserine Receptor Is Required for Clearance of Apoptotic Cells. Science 302: 1560-1563
LIBBERT, E., 1978: Kompendium der Allgemeinen Biologie. VEB FISCHER, Jena
LIM, K.-H., ANCRILE, B. B., KASHATUS, D. F & COUNTER, C. M. 2008: Tumour maintenance is mediated by eNOS. Nature 452, 646-649 (2008)
Lind, P. A., Berg, O. G. & Andersson, D. I. 2010: Mutational Robustness of Ribosomal Protein Genes. Science 330, 825 (2010); DOI: 10.1126/science.1194617
LINDE, A.,1994: The Self-Reproducing Inflationary Universe. Scientific American, vol.271/5, p.32-39.
LINDE, A., 1990: Particle Physics and Inflatory Cosmology. Harwood Academic Publishers.
LIPTON, B., 2005: The Biology of Belief. Unleshing the power of consciousness, matter and miracles. Elite Boks, Santa Rosa, 216 s.
LITMAN, G.W., 1996: Sharks and the Origin of Vertebrate Immunity. Scientific American, vol. 275/5, s.47-51.
LIU, L., BOTOS, I., WANG, Y., LEONARD, J. N., SHILOACH, J., Segal, D. M. & Davies D. R., 2008: Structural Basis of Toll-Like Receptor 3 Signaling with Double-Stranded RNA Science 18 April 2008: Vol. 320. no. 5874, pp. 379 - 381
LODWIG,E. M., HOSIE, A. H. F., BOURDÈS, A. FINDLAY, ALLAWAY K., KARUNAKARAN, D.R., DOWNIE, J. A. & POOLE, P. S., 2003 : Amino-acid cycling drives nitrogen fixation in the legume–Rhizobium symbiosis. Nature 422, 722 - 726
LOLLE, S. J., VICTOR, J. L., YOUNG, J. M. & PRUITT, R. E. 2005 Genome-wide non-mendelian inheritance of extra-genomic information in Arabidopsis Nature 434, 505 - 509 (4 nesil geriden bilgi aktarımı)
LOSICK, R. & KAISER, D., 1997: Why and How Bacteria Communicate. Scientific American, vol. 276/2, 52-57.
LOVE, M.,1980: The Alien Strategy. Natural History, v. 89/5. p.30-32. (Koyun-Karınca-karaciğerParaziti trematod)
LOVELOCK, J., 1979 Gaia: a new look at life on earth. Oxford University Pres.
LOVELOCK, James, in collaboration with Lynn MARGULIS. 1996: The Gaia Hypothesis. http://www.mcrit.com/COMSOC/visions/Documentos/gaia_hypothesis_lovelock_margulis.htm
MALTHUS, T., 1798: An Essay on the Principle of Population.
Manoharan, H. C., Lutz C. P. & Eigler, D. M. (2000): Quantum Mirages Formed By Coherent Projection Of Electronic Structure. Nature 403, 512-515.
MARANON, G., 1924: Contribution a l'étude de l'action émotive de l'adrenaline. Revue Française d'Endocrinologie, 2, s.301-325.
MARCHİORI, D. & WARGLIEN, M. 2008: Predicting Human Interactive Learning by Regret-Driven Neural Networks. Science vol.319, 1111-1113.
MARGULIS, L. 1993: Symbiosis in Cell Evolution. Freeman, Newyork. 452 s..
MARGULİS, Lynn 1998. Symbiotic Planet : A New Look at Evolution. Science Masters Series.
MARLAR, R.A., LEONARD, B. L., BILLMAN, B. R., LAMBERT, P.M. & MARLAR, J.E., 2000: Biochemical evidence of cannibalism at a prehistoric Puebloan site in southwestern Colorado. Nature 407, s. 74-78.
Martin, B. R. (2006): Nuclear and Particle Physics. John Wiley & Sons. 415 p.
McCARTHY, H. et al., 2000: Anim. Behav. 59, 1161–1166. (Littiorina-Gull-Microphallus-ilişkisi)
McDONALD, J.W. ve diğ. 1999: Repairing the Damaged Spinal Cord. Scientific American, vol. 281/3, s.54-63.
MEDVEDEV M. V. and MELOTT A. L. 2007: Do Extragalactic Cosmic Rays Induce Cycles in Fossil Diversity? The Astrophysical Journal, 664:879–889.
Mehta, P., Goyal, S., Long, T., Bassler, B. L & Wingreen, N. S. 2009: Information processing and signal integration in bacterial quorum sensing. Molecular Systems Biology 5 Article number: 325 doi:10.1038/msb.2009.79
Mershin A. and Nanopoulos D.V. (2008): Memory Depends on the Cytoskeleton, but is it Quantum? In Abott, D., Davies, P.C.W. & Pati, A.K. (Eds) (2008) Quantum Aspects of Life. Imperial College Press, 581 p.
Meerloo,. J. A. M. (1957) Human Camouflage and Identification with the Environment. Psychosomatic Medicine, Volume XIX, NUMBER 2, 89-98
MEYER, M. P. & SMITH, S. J., 2006: Evidence from in vivo imaging that synaptogenesis guides the growth and branching of axonal arbors by two distinct mechanisms. J. Neurosci. 26, 3604–3614
MIKHAILOV, A.S. & CALENBUHR, V. 2002: From Cells to Societies. Models of Complex Coherent Actions. 300 p., 109 figs. (Springer Series in Synergetics)
MILLER, R.V. 1998: Bacterial Gene Swapping in Nature. Scientific American, vol. 278/1, 46-51
Milner, B., Squire L. R., & Kandel, E. R. (1998). Cognitive neuroscience and the study of memory. Neuron, 20, 445–468.
MIROLLO, R.E. ve STROGATZ, S.H., 1990: Synchronization of Pulse-Coupled Biological Oscillators. SIAM Journal on Applied Mathematics, vol. 50/6, 1645-1662.
MISHKIN, M. ve APPENZELLER, T. 1987: The Anatomy of Memory. A Scientific American special report, 12 s..
MISHKIN, M., MALAMUT, B. ve BACHEVALIER, J. 1984: Memories and Habits. In: G. Lynch, J.L. McGaugh ve N.M. Weinberger (eds.), Neurobiology of Learning and Memory. The Guilford Press.
MITCHELL, P.J. & TJIAN, R., 1989: Transcriptional Regulation ın Mammalian Cells by Sequence-Specific DNA Binding Proteins. Science, vol. 245, s.371-378.
MITHEN, S., 1996: The Prehistory of Mind - A Search for the Origin of Art, religion and Science. Thames and Hudson, London 288 s.
MITHEN, S.,1998: The Evolution of Human Creativity, Introduction to part II, In: Creativity in Human Evolution and Prehistory. Ed. S.Mithen, London Routledge, 93-109.
Molenaar, D., van Berlo, R., de Ridder, D., & Teusink, B. 2009: Shifts in growth strategies reflect tradeoffs in cellular economics. Molecular Systems Biology 5; Article number 323; doi:10.1038/msb.2009.82
MOLLESON, T. 1994: The Eloquent Bones of Abu Hureyra. Scientific American, vol. 271/2, s. 60-65.
MONER, J.G., 1972: Cells, Their Structure and Function. WM. C. Brown Comp. Publishers, Dubuque, Iowa.
MOON, F. C., 1992: Chaotic and Fractal Dynamics. An Introduction for Applied Scientists and Engieers. Wiley, NewYork, 552 s.
MOROWITZ, H.,1968: Energy flow in Biology. Acad. Press Newyork
MOROWITZ, H., 1970: Entropy for biologists. Acad. Press Newyork.
MUSSER, G. 2002: Been There, Done That. Scientific American, vol. 286. no 3. s. 16-17. (Osscilating flat universe)
NOJİ, H., YASUDA, R , YOSHİDA, M. & KİNOSİTA, K., 1997 Direct observation of the rotation of F1-ATPase Nature 386, 299 - 302
NEUMANN, D. 1995: Physiologische Uhren von Insekten, Zur Ökophysiologie Lunarperiodisch Kontrollierter Fortpflanzungsarten. Naturwissenschaften, 82, pp. 310-320.
NEUWEILER, G. 1986: Evolution und Verantwortung. Mitteilungen, H. 48, S. 1-14, Alexander v. Humb. Stftg. Bonn.
NICOLIS, G. and PRIGOGINE, I. 1977: Self-Organization in Non-Equilibrium Systems, 1977, Wiley, ISBN 0-471-02401-5 NISHIYAMA, M., ISHIKAWA, T., RECHSTEINER, H. & GLOCKSHUBER, R., 2008: Reconstitution of Pilus Assembly Reveals a Bacterial Outer Membrane Catalyst. Science 18 April 2008: Vol. 320. no. 5874, pp. 376 - 379
NORMAN, D. A. 1982: Learning and Memory. W. H. FREEMAN, Newyork
NOWAK, M.A., PAGES, K.M. & SIEGMUND, K., 2000: Fairness versus Reason in the Ultimatum Game. Science, vol. 289, p. 1773-1775.
NÜSSLEIN-VOLHARD, C. 1996: Gradients that Organize Embryo Development. Scientific American, vol 275/2, 38-43.
NÜSSLEIN-VOLHARD, C., Das Werden des Lebens: Wie Gene die Entwicklung steuern, 56 Illustrations, 200 p. CH. Beck, 2004
ODUM, E.P., 1971: Fundamentals of Ecology. Saunders College Publishing, Philadelphia. 574 s..
ORTH, M. 2006: Doğadan gelen tazelik. Deutschland 4, s.14-17, Framkfurt Societäts-Druckerei.
OSTRIKER, J.P ve STEINHARDT, P.J. 2001İ The Quintessential Universe. Scientific American, vol 284/1, 36-43.
PADOA-SCHIOPPA, C. & ASSAD, J. A., 2006: Neurons in the orbitofrontal cortex encode economic value. Nature advance online publication 23 April 2006 | doi:10.1038/nature04676.
PARIS, F. ve ROBARDET, M. 1990: Early Paleozoic palaeobiogeography of the Variscan regions. Tectonophysics, 177, s.193-213. Elsevier, Amsterdam.
Patel, A. (2001a). Quantum algorithms and the genetic code, Pramana 56, pp. 367–381, arXiv.org:quant-ph/0002037.
Patel, A. (2001b). Testing quantum dynamics in genetic information processing, J. Genet. 80, pp. 39–43, arXiv.org:quant-ph/0102034.
Patel, A. (2002). Carbon The first frontier of information processing, J. Biosc.27, pp. 207–218, arXiv.org:quant-ph/0103017.
Patel, A. (2003). Mathematical Physics and Life, Computing and Information Sciences: Recent Trends, ed. J. C. Misra (Narosa, New Delhi), pp. 271–294, arXiv.org:quant-ph/0202022.
Patel, A. (2005). The triplet genetic code had a doublet predecessor, J. Theor.Biol. 233, pp. 527–532, arXiv.org:q-bio.GN/0403036.
Patel, A. (2006a). The future of computation, Proc. QICC 2005, IIT Kharagpur, eds. S. P. Pal and S. Kumar (Allied Publishers, Mumbai), pp. 197–206, arXiv.org:quant-ph/0503068.
Patel, A. (2006b). Optimal database search: waves and catalysis, Int. J. Quant. Inform. 4, pp. 815–825; Erratum ibid. 5, p. 437, arXiv.org:quant-ph/0401154.
Patel, A.D., (2008): Towards Understanding the Origin of Genetic Languages. In Abott, D., Davies, P.C.W. & Pati, A.K. (Eds)(2008) Quantum Aspects of Life. Imperial College Press, 581 p.
Pauli, W. (1946): Exclusion principle and quantum mechanics. Nobel Lecture, December 13, 1946
Perkins, T. J. and Swain, P. S. 2009: Strategies for cellular decision-making. Molecular Systems Biology 5; Article number 326; doi:10.1038/msb.2009.83
Perner, J. (1991). Understanding the representational mind. Cambridge, MA. MIT Pres.
Perocchi, F., Gohil, V. M., Girgis, Hany S., Bao, X. R., McCombs, J. E., Palmer, A E. & Vamsi K. Mootha. 2010: MICU1 encodes a mitochondrial EF hand protein required for Ca2+ uptake. Nature 467 , 291–296
Pinker, S. (1997). How the mind works. New York: W. W. Norton.
PIONTELLI, A. 1992 (2005): From Fetus to Child. Routledge, Chapman & Hall, 270 s.
Planck, M. (1901). Über das Gesetz der Energieverteilung im Normalspectrum. Annalen der Physik, vol. 4, p. 553 ff. POLLARD, K. S., SALAMA, S.R., LAMBERT, N., LAMBOT, M.-A., COPPENS, S., PEDERSEN, J. S., KATZMAN, S., KİNG, B. ONODERA, C., SİEPEl, A., KERN, A. D., DEHAY, C., IGEL, H., ARES, M.Jr, VANDERHAEGHEN, P. and HAUSSLER, D., 2006: An RNA gene expressed during cortical development evolved rapidly in humans. Nature 16 August 2006 (doi:10.1038/nature05113)
POMEROL, C., 1973: Stratigraphie et Paleogegraphie, Ere Cenozoique. Doin, Paris. 269 s.
PORTUGALI, J., 2000: Self-Organization and the City. 352 pp. 120 figs.
POWELL, K., 2006: Neurodevelopment: How does the teenage brain work? Nature 442, 865-867 (24 August 2006).
PRIGOGINE, I. & STENGERS, I. 1984: Order out of Chaos. Bantam, New York-London.
PRİGOGİNE, I., 1997: End of Certainty, The Free Press, ISBN 0-684-83705-6 PROZOROVSKI, T., SCHULZE-TOPPHOFF, U., GLUMM, R., BAUMGART, J., SCHRÖTER, F., NINNEMANN, O., SIEGERT, E., BENDIX, I., BRÜSTLE, O., NITSCH, R., ZIPP, F. & AKTAS, O., 2008: Sirt1 contributes critically to the redox-dependent fate of neural progenitors. Nature Cell Biology 10, 385 - 394 (2008
PRYKE, Sarah R. and GRIFFITH, Simon C. 2009: Genetic Incompatibility Drives Sex Allocation and Maternal Investment in a Polymorphic Finch. Science 323, 1605 -1607.
RAICHLE, M.E., 1994: Visualizing the Mind. Scintific American, vol 270/4, s.36-42.
RAMACHANDRAN, V. (1994) `Phantom limbs, neglect syndromes, repressed memories, and Freudian psychology.' In O. Sporns & G. Tononi (eds) Selectionism and the Brain. Int. Rev. Neurobiol., 37: 291-334.
RAMO, R.& SALINAS, E.: 2003: Flutter Discrimanation: Neural Codes, Perception, Memory and Decision Making. Nature Rev. Neurosciences, v. 4, 203-218.
RANGANATH, C.& RAINER, G. 2003: Neural Mechanism for Detecting and Remembering Novel Events. Nature Rev. Neurosciences, v. 4, 193-202.
REBEK, J., 1994: Synthetic Self-Replicating Molecules. Scientific American, vol 271/1, s.34-40.
REDELMEIER AND KAHNEMAN (1996): Patients' memories of painful medical treatments: real-time and retrospective evaluations of two minimally invasive procedures. Pain, 116: 3-8.
REINBOTHE, H., ve KRAUSS, G.-J., 1982: Entstehung und molekulare Evolution des Lebens. Jena, 306 s.
REPP, J., MEYER, G., OLSSON F. E., PERSSON, M., 2004 Controlling the Charge State of Individual Gold Adatoms. Science Vol. 305, pp. 493-495.
REYNOLDS, R.J. 2002: The Gas between the Stars. Scientific American, vol 286/1, 32-41
RHODE R. A. & MULLER R. A. 2005: Cycles in fossil diversity. Nature 434, 208-210.
RIEDL, R., 1975: Die Ordnung des Lebendigen. Verlag Paul Parey, Hamburg, 372 s..
Riehl, Christina, 2010: Living with strangers: direct benefits favour non-kin cooperation in a communally nesting bird. Proc. R. Soc. B published online before print November 10, 2010, doi:10.1098/rspb.2010.1752
RIZZOLATTI, G. & CRAIGHERO, L., 2004: The Mirror-Neuron System, Annual Review of Neuroscience Vol. 27: 169-192.
RIZZOLATTI, G., FOGASSI, L. & GALLESE, V., 2001: Neurophysiological mechanisms underlying the understanding and imitation of action. Nature Rev. Neurosci. 2, 661-670
ROBERTS, M.B.V., 1986: Biology, A Functional Approach. ELBS edition, Hong Kong 693 s..
ROBERTS, N., 1984: Pleistocene environments in time and space. In R. Foley, ed. Hominid evolution and community ecology. s. 25-53, London, Academic Press.
ROGERS, C.A. 1995: Intelligent Matereials. Scientific American, vol 273/3, 122-125.
ROMER, A.S., 1966: Vertebrate Paleontology. Univ. of Chicago Press, Chicago. 468 s.
ROSSI, E.L., RYAN, M.O. & SHARP, F.A.,1983: Healing in Hypnosis. The Seminars, Workshops and Lectures of Milton H. Erickson, Vol.1. Irvington, New York.
RUDIMANN, W. F., KUTZBACH, J. E., 1991: Plateau Uplift and Climatic Change. Scientific American, 264\ 3. s42-50.
RUNEGAR, B., 1994: Proterozoic eukaryotes: Evidence from biology and geology. In Bengtson, S. (Ed), Early Life on Earth. Nobel Symposium No 84, pp 287-297.
RUOSLAHTI, E., 1996: How Cancer Spreads. Scientific American, vol.267/3, s. 42-47. (Area codes for cells).
RUSTOM, A., SAFFRICH, R., MARKOVIC, I., WALTHER, P. & GERDES H.H., 2004: Nanotubular Highways for Intercellular Organelle Transport. Science Vol. 303, Number 5660, pp. 1007-1010.
SAKAUE-SAWANO, A., KUROKAWA, H., MORIMURA, T., HANYU, A., HAMA, H., OSAWA, H., KASHIWAGI, S., FUKAMI, K ., MIYATA, T., MIYOSHI, H. IMAMURA, T., OGAWA, MASAI, M.H. and MIYAWAKI A. 2008: Visualizing spatiotemporal dynamics of multicellular cell-cycle progression. Cell 132, 487–498.
SALATHÉ, M. & SOYER, O. S. 2008: Parasites lead to evolution of robustness against gene loss in host signaling networks. Molecular Systems Biology 4 Article number: 202 doi:10.1038/msb.2008.44
SAPOLSKY, R., 2003a: Bugs in the Brain. Scientific American, Vol. 288/3, p. 70-73
SAPOLSKY, R., 2003b: Taming Stress. Scientific American, Vol. 289/3, p. 66-75
SAVILL, J., GREGORY, C., HASLETT, C. 2003. Eat Me or Die. Science Volume 302, Number 5650, pp. 1516-1517.
SCHACHTER, S. ve SINGER, J.E., 1962: Cognitive, social, and physiological determinants of emotional state. Psychological Review, 69, s. 379-399.
SCHÄFER, M. & WERNER, S.,:2008: Cancer as an overhealing wound: an old hypothesis revisited. Nature Reviews Molecular Cell Biology 9, 628-638 (August 2008) | doi:10.1038/nrm2455
SCHIFFER, J.P., FREEMAN, S.J., CAGGIANO, J.A., DEIBEL, C., HEINZ, A., JIANG, C-L., LEWIS, R., PARIKH, A., PARKER, P.D., REHM, K.E., SCHWEICKART, R.L., LU, E.T., HUT, P. & CHAPMAN, C.R., 2003: The Asteroid Tugboat. Scientific American, 289/5, S. 34-41.
SHELDON, C., DOYLE, W. J., TURNER, R. B., ALPER, C. M. & SKONER, D.P., 2003: Emotional Style and Susceptibility to the Common Cold. Psychosomatic Medicine 65:652-657 (2003)
SINHA, S. & THOMAS, J.S. 2004: Is the Nuclear Spin-Orbit Interaction Changing with Neutron Excess? Physical Review Letters, Vol. 92/16, 162501 (1-4)
SCHMÖKEL, H. 1962: Das Land Sumer. Urban-Bücher, Stuttgart, 195 s..
SCHOPF, J.W., 1978: The Evolution of the Earliest Cells. In: Laporte, L. F., The Fossil Record and Evolution, s. 46-62. Freeman and Company.
SCHOPF, J.W., 1993: Microfossils of the Early Archean Apex Chert: New Evidence of the Antiquity of Life. Science, vol. 260, p. 640-646.
SCHRÖDINGER, E. 1944: What is life? The physical aspects of the living cell. Univ. Press, Cambridge.
SCHULTZ, W. Predictive reward signal of dopamine neurons. J Neurophysiol. 1998 Jul;80(1):1-27.
SCHWEITZER, F. 2007, Browning Agents and Active Particles. Collective Dynamics in the Natural and Social Sciences. Springer Berlin Heidelberg ISBN 978-3-540-73844-2
SCIENTIFIC AMERICAN-Readings, 1982: The Fossil Record and Evolution. Freeman & Company, 225 p., San Francisco.
SEYFERT, C. K., SILKIN, L. A., 1979: Earth History and Plate Tectonics, Harper and Row, 600 s. Newyork.
SHARON, N., LIS, H. 1993: Carbohydrates in Cell Recognition. Scientific American, vol.268/1, p.74-81.
SHATZ, C.J., 1992: The Developing Brain. Scientific American, vol.267/3, s.34-41.
SHAW, P., GREENSTEIN, D., LERCH, J., CLASEN L., LENROOT, R., GOGTAY N., EVANS, A., RAPOPORT, J. and GIEDD, J., 2006: Intellectual ability and cortical development in children and adolescents. Nature 440, 676-679.
SHAYWITZ, S.E. 1996: Dyslexia. Scientific American, vol.275/5, s.78-84. (Hierarchical organisation of neuron cells in learning)
SHIMONY, A. 1988: The Reality of the Quantum World. Scientific American, vol 258/1, s.36-43.
SHINN, E.A. 1969: Submarine Lithification of Holocene Carbonate Sediments in the Persian Gulf. Sedimentology, 12, 109-144.
SHIZGAL Peter and Andreas ARVANİTOGİANNİS. Gambling on Dopamine. Science Volume 299, Number 5614, Issue of 21 Mar 2003, pp. 1856-1858.
SIEGEL, D.J., 1999: The Developing Mind. Guilford Pres, 412 s.
SIEGEL, J.M. 2003: Why We Sleep. Scientific American, vol. 289/5, p.72-77.
SIEGMUND, K., FEHR, E. & NOWAK, M.A. 2002: The Economics of Fair Play. Scientific American, vol. 286/1, p.80-85.
SKINNER, B.J., (Ed.), 1980: Earth's History, Structure and Materials. Kaufmann, California, 179 s.
SMALLRIDGE, Rachel, 2003: A cycle made for two. Nature Reviews Molecular Cell Biology 4, 425.
SMITH, W., 1817: Stratigraphical System of Organized Fossils with Reference to the Specimens of The Original Geological Collection in the British Museum Explaining Their State of Preservation and Their Use in Identifying the British Strata. E. Williams, London. xi + 121 s. + 2 tablo.
SMITS, W. K., KUIPERS, O. P. and VEENING, J.-W. 2006: Phenotypic variation in bacteria: the role of feedback regulation. Nature Reviews Microbiology 4, 259-271
SOON, C. S., BRASS, M., HEİNZE, H.-J.& HAYNES, J.-D., 2008: Unconscious determinants of free decisions in the human brain. Nature Neuroscience, 13 April 2008; doi:10.1038/nn.2112
SPINELLI, D.H. & Jensen, F.E. 1979: Plasticity: The mirror of experience. Science 203, p.75-78.
SPINELLI, D.H., Jensen, F.E. & DiPrisco, G.V., 1980: Early experience effect on dendritic branching in normally reared kittens. Experimental Neurology, 62, p.1 -11.
SPRENT, J., 2003: Plant biology: mutual sanctions. Nature 422, 672-674
SPRINGER, S. P., DEUTSCH, G. 1989: Left Brain, Right Brain. W. H. FREEMAN, Newyork.
SQUIRE, L. R. 1987: Memory and Brain. Oxford Univ. Press. Newyork.
STOMP, M., HUISMAN, J., DE JONGH, F., VERAART, A. J., GERLA, D., RIJKEBOER, M., IBELINGS, B. W., WOLLENZIEN, U. I. A. & STAL, L. J., 2004: Adaptive divergence in pigment composition promotes phytoplankton biodiversity. Nature 432, 104 – 107.
STROGATZ, S.H. ve STEWART, I., 1993: Coupled Oscillators and Biological Synchronization. Scientific American, vol 269/6, 68-75.
SULLIVAN, D.G., 1988: The discovery of Santorini Minoan tephra in Western Turkey. Nature, vol.339, s.552-554.
SUNDAY TIMES, Special Projects, unit 12, The Face of Earth, 1972.
TALOBRE, J.A. 1967: La Mécanique des Roches. Dunod, Paris, 439 s. TEGMARK, M. & WHEELER, J.A. 2001: 100 Years of Quantum Mysteries. Scientific American, vol 284/2, 54-61.
Tero, A., Takagi, S., Saigusa, T., Ito, K., Bebber, D.P., Fricker, M.D., Yumiki, K., Kobayashi, R. & Nakagaki, T. (2010): Rules for Biologically Inspired Adaptive Network Design. Science 327, 439. DOI: 10.1126/science.1177894
TJIAN, Robert, 1995: Molecular Machines That Control Genes. Scientific American, vol. 272/2, s.38-45.
Tombola, F., Ulbrich, M.H., Kohout, S.C. & Isacoff, E.Y. 2009: The opening of the two pores of the Hv1 voltage-gated proton channel is tuned by cooperativity. Nature Structural & Molecular Biology. 2009; doi:10.1038/nsmb.1738.
TONG, F. 2003: Primary Visual Cortex and Visual Avareness. Nature Rev. Neurosciences, v. 4, 219-229
TOPOFF, H. 1999: Slave-Making Queens. Scientific American 281/5, s. 60-66
Toriyama M., Sakumura Y., Shimada T., Ishii S. & Inagaki N. 2010: A diffusion-based neurite length-sensing mechanism involved in neuronal symmetry breaking. Molecular Systems Biology 6 Article number: 394 doi:10.1038/msb.2010.51
Trevarthen, C. (1996). Lateral asymmetries in infancy: Implications for the development of the hemispheres. Neuroscience and Biobehavioral Reviews, 20, 571–586.
TRICHOPOULOS, D., LI, F.P. ve HUNTER, D.J. 1996: What Causes Cancer? Scientific American, vol 275, no 3, s. 32-40.
UHL, C. 1999: Analysis of Neurophysiological Brain Functioning. 310 p. (Springer Series in Synergetics)
URRY, D.W. 1995: Elastic Biomolecular Machines. Scientific American, vol 272/1, s.44-49.
VEIZER, J. 1988: The evolving exogenic cycle. In: Gregor, C.B., Garrels, R.M., Mackenzie, F.T. & Maynard, J.B. (Eds.): Chemical Cycles in the Evolution of the Earth, 175-220, Wiley, New York.
VEIZER, J. 1994: The Archean-Proterozoic transition and its environmental implications. In: Bengtson, S. (Ed.), Early Life on Earth. Nobel Symposium No. 84, Columbia U.P., New York, 208-219.
VERGASSOLA, M., VİLLERMAUX, E.and SHRAİMAN, B.I., 2007: 'Infotaxis' as a strategy for searching without gradients Nature 445, 406-409.
VİDAL, J.J. (1973), "Toward Direct Brain-Computer Communication", Annual Review of Biophysics and Bioengineering, L.J. Mullins, Ed., Annual Reviews, Inc., Palo Alto, Vol. 2, 1973, sf. 157-180
VINCENT JACQUES, WU, E., GROSSHANS, F., TREUSSART, F., GRANGİER, P., ASPECT, A. & ROCH, J-F., 2007: Experimental Realization of Wheeler’s Delayed-Choice Gedanken Experiment. Scıence, Vol 315, p.966-968.
WÄCHTERSHÄUSER, G. 1994: Vitalysts and virulists: A theory of self-expanding reproduction. In: Bengtson, S. (Ed.), Early Life on Earth. Nobel Symposium No. 84, Columbia U.P., New York, 124-132.
WALTER, M.R., 1994: Stromatolites: The main geological source of information on the evolution of the early benthos. In Bengtson, S. (Ed), Early Life on Earth. Nobel Symposium No 84, pp 270-286
WANG, H. AND OSTER, G., 1998 Energy transduction in the F1 motor of ATP synthase Nature 396, 279 - 282
WANG, X., WU Y., FADOK, V. A., LEE, M., GENGYO-ANDO, K., CHENG, L., LEDWICH, D., HSU, P., CHEN, J., CHOU, B., HENSON, P., MITANI, S. and XUE, D. 2003: Cell Corpse Engulfment Mediated by C. elegans Phosphatidylserine Receptor Through CED-5 and CED-12. Science 302: 1563-1566.
WEIGUO, S., 1994: Early multicellular fossils. In Bengtson, S. (Ed), Early Life on Earth. Nobel Symposium No 84, pp 358-369.
WEINBERG, R.A. 1996: How Cancer Arises. Scientific American, vol 275, no 3, s. 50-57.
WELCH, W.J. 1993: How Cells Respond to Stress. . Scientific American, vol 268/5, 34-41.
Wellstead, P., 2006: Schrödinger's Legacy: Systems and Life. The Hamilton Institute.
WHITFIELD, J., 2001: Behavioural ecology: Eat me! Nature 406, 840. (Littiorina-Gull-Microphallus-ilişkisi)
WHEELER J. A. in 1978 Mathematical Foundations of Quantum Theory, edited by A.R. Marlow, Academic Press.
WINNACKER, E.-L. 1994: The Gene: Evolution of a concept. Alex. v. Humboldt Magazin Nr. 64, p. 7-14.
WINFREE, A.T., 1987: The Timing of Biological Clocks. Scientific American Library.
WINSON, F. 1990: The Meaning of Dreams. Scientific American, vol. 263. no 5. s. 42-48.
WITTENBERG, C. 2005: Cell cycle: Cyclin guides the way. Nature 434, 34 - 35
WITZE, E. S., LITMAN, E. S., ARGAST, G. M., MOON, R. T. & AHN, N. G., 2008: Wnt5a Control of Cell Polarity and Directional Movement by Polarized Redistribution of Adhesion Receptors. Science 18 April 2008: Vol. 320. no. 5874, pp. 365 - 369
Wolff, M. 1975: Polarization of light from rough planetary surfaces. Applied Optics 14.
WOLFF, Milo 1995: Beyond the Point Particle - A Wave Structure for the Electron. Galilean Electrodynamics 6, No. 5, 83-91
WOLFF, Milo, 2008: Schrödinger’s Universe. Einstein, Waves & the Origin of the Natural Laws.Technotran Pres, 167 s. ISBN 978-1-4327-1979-1
WOOD, D. 1993: The Power of Maps. Scientific American, vol. 268. no 5. s. 48-53.
WRIGHT, K., 2002: Times of Our Lives. Scientific American, vol. 287-5, p.40-47.
YASUHARA, M., AOKI, T., NARUI, H. and MORINAGA, A. 2005: Measurement of Berry’s Phase for Partial Cycles Using a Time-Domain Atomic Interferometer. IEEE Transactions on Instrumentation and Measurement, vol. 54, no. 2, p.864-867.
YANG, T.& SHADLEN, M.N. Probabilistic reasoning by neurons.Nature 447, 1075-1080
ZEILINGER, A. 2000: Quantum Teleportation. Scientific American, vol. 282. no 4. s. 32-41.
ZIEGLER, B., 1983: Introduction to Palaeobiology: General Palaeontology. Ellis Horwood, Chichester, 225 s.
ZOHAR, D., 1990: The Quantum Self. Human nature and consciousness defined by the new physics. Quill / William Morrow, New York.268 p.